Kadıneki Yazı,

Onlara ölüm yok!


Oya Açan-14 Oca 2024

Rosa'dan Maria'ya, Sakine'den Lale'ye... ömrünü destan gibi yürüyen bu yürekli kadınlar bizim her adımımızla canlanıyor, biz onların -ve nicelerinin yükselttiği bayrağa sarıyoruz özgürlük düşlerimizi, mücadele azmimizi

Ocak ayı daima ölümsüzlerimizi çağrıştırır bana. Devrim düşüncesini ve eylemini hatırlatan bir çalar saat gibidirler. Her dakika çalmaz ama çaldığında öyle güçlü ve insanı yerinden oynatan bir sesi vardır ki, bilincinizi harekete geçirir. Unutmaya karşı anıların dansı gibidir her vuruş. O deryaları tanımanız gerekmez; yüz yüze gelmemiş de olsanız yiğit ölümleriyle sızıverirler ruhunuza. Devrimci bir el gibi kavrayıp ele geçirirler gözyaşlarınızı... Çağlar öncesinden seslenirler, çağlar sonrasına kalacak nefesleriyle.

Ocak ayı ölümle yaşam arasında bir salınımdır, zemheriyle bahar, karamsarlıkla iyimserlik, teslimiyetle mücadele arasında kıyasıya bir kavga... Zıtların birliği ve savaşımıdır kısacası.

Toplumsal mücadelenin herkesi içine çeken engebeli güzergâhında sadece ölümleriyle değil yaşamlarıyla da tarihe şerh düşer onlar. Ölümlerinin böylesine büyük bir sarsıntı, öfke ve acı yaratması bundandır. Yaşarken bize bıraktıkları, ölümlerini unutulmaz kılar.

Sınırsız bir adanmışlık tasvir eder öncelikle hafızamıza yer etmiş bu kadınları. Öncü olmaları, girdikleri her ortama yeni bir soluk ve yeni bir mücadele ruhu getirmelerinden. Yorulmuş, tıkanmış, kırılmış tükenmiş bitkin ruhlara yeni bir heyecan kazandırmalarından. Kabına sığmaz bir zamanın militanları olmalarından... Yapıp ettikleri her şeyden umut ve iyimserliğin fışkırması bundan. Kof bir umut pompalaması değil bu; zorlukların da altını çizen ama ilk zorlanmada yüz geri etmemek gerektiğini esinleyen bir yol haritası. “Burada takılırsak, kalırız burda; burada aşarsak her yerde aşacak güveni duyarız” diyen... Söylemi büyük, pratiği minnacık olanların anlayamayacağı bir erdemdir bu! İşin kolayına kaçmayanların acılı, sancılı yoludur tutulan. İri iri lâflar ettikleri halde hayatı uyarına gelecek şekilde idare etmeye çalışanlar, alışkanlıkların gücüne karşı teslim bayrağını hemen çekenler, amaçlarını unutarak bozulma ögelerini larva halinde bünyelerinde taşıyanlar... Bunlar, öncüleşen kadınlara ne kadar uzaktır!

***

Tarih, yeni bir düzen kurmak için verili düzeni yıkma doğrultusunda ölçüsüz, sınır tanımaz olanları, akın üstüne akın tazelemekten vazgeçmeyenleri asla unutmaz, bilinçli ya da bilinçsiz olarak onlardan esinlenir, yaşamlarında ve eylemlerinde daima daha önce farketmemiş olduğumuz yanlar ararız. Rosa Luxemburg da bu figürlerden biridir.

İşçi sınıfı hareketinin neferi, teorisyeni ve önderlerinden biriydi Rosa Luxemburg. 15 Ocak 1919’da karşı devrim çeteleri tarafından yoldaşı Karl Liebknecht’le birlikte Berlin'de vahşice katledildi. Lenin'in gözünde o bir “kartal”, Clara Zetkin içinse “eşi görülmemiş enerjinin somutlaşmış hali”ydi…

Kuruculuk, yapıcı yaratıcılık, erkekler dünyasının “tekelinde” olan teorik inşaya terini akıtmak denince kadın önderler arasında belki de ilk sırada Rosa Luxemburg gelir. Öğrenmeye doyumsuz bu minicik kadın, politik görüşleri, stratejik konumlanışı, taktik hamleleri ve enternasyonalizmi ete kemiğe büründüren yalın kişiliğiyle yer etti devrim diye bir derdi olanların belleğinde.

“Neyin ne olduğunu yüksek sesle söylemek en devrimci eylemdir” diyen, konuştukça devleşen ve zapt edilemez bu kadına sadece karşı devrimciler arasında değil SPD içinde de nefret kusanlar vardı.

Rosa, “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diyen karşıdevrimcilere “Sizi budala zaptiyeler! Bu ‘yenilgiden’ geleceğin zaferi çiçek verecektir!” diye haykırır. Bir taraftan sokakları adeta yıkayan proleter kanlarının, yüreklerinde yarattığı dağlayıcı acı vardır bu son sözlerde, bir taraftan yaşamlarını adadıkları ideallerin büyüklüğünce demlenmiş bir kazanma iradesi…

“Katiller onu dipçik darbeleriyle öldürüp bedenini Landwehr Kanalı'na attılar. O esnada ayakkabısının teki yere düşmüştü. Bir el ayakkabıyı çamurun içinden aldı. Rosa ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyordu.”**

O dimdik duruşun altındaki güç, sınıfsız sömürüsüz dünya özleminin bilimsel kavranışından doğduğunun kanıtı gibidir. Ne olursa olsun tüm tarihsel hatalarını bu güç ve iradeyle aşacaklarına dair verdiği güvenle herkesi sarmalar, tarihsel birikimleri güne taşıma davetiyle sımsıcak kucaklar. Rosa’nın neden devrim kartalı olduğunu anlarsınız.

Devrim düşüncesinin ve eyleminin takipçileri her 15 Ocak'ta bir araya gelerek egemen sistemin korkulu rüyası olmayı hâlâ sürdüren bu mücadeleci kadının ruhunu sokaklara taşıyor Berlin'de ve her yerde...

***

Tarihin farklı Ocak'larında kaybettiğimiz kadınlardan Lale Çolak içlerinde en genç olanıydı. Lale'yi, 2000 yılında devletin 20 cezaevine yönelik saldırısından sonra başlayan Ölüm Orucu eyleminin 222. gününde, 8 Ocak 2002'de kaybettik.

İlk yakalanışında 15'indeydi, yaralıydı. Tedavisini yapmadılar, gayet bilinçli ve kasıtlıydı bu. Korkutmak ve o korkuyla geri tutmak istemişlerdi mücadeleden, ama emekçi bir ailenin kızı olan Lale için asıl kavga şimdi başlıyordu.

Polislerin el kadar ‘çocuğun’ militan duruşuna duydukları öfke yüzünden zamanında müdahale edilmez o kola, Lale bir onur nişanı gibi ölümüne kadar taşır ‘söz dinleyen’ o sol elini... Kurşun yaralarıyla delik deşik olmuş kolunun altından usulca sallanan sakat eli, Lale’nin en güçlü yanıydı. Hayata meydan okuyuşunun göstergesiydi. Yüreği ve bilinciydi; pes etmemenin simgesiydi, netlikti belirsizlikler içinde…

Yıllar içinde eğitmişti sol kolunu, doğuştan engelliymişçesine doğallaştırıp güçlendirmişti onu, hızla büyümesini istediği evladı gibi. Yardım tekliflerine kızar, diş geçirebildiklerine efelenirdi bu yüzden. Sonra gelsin cezaevi günleri…

Lale, bu kapitalist sistemle ölümüne kavgalı, baş eğdiremedikleri bütün kadın devrimciler gibiydi, ne eksik ne fazla. Sadece biraz daha gençti, tez büyümüş, erken devrimcileşmişti. Çok çabuk buluşmuştu devrim ve komünizm ideali ve örgütüyle.

Ondan sonraki yaşamı neredeyse bütünüyle o hapishane senin bu hapishane benim geçmişti. Kanatlanmış bir özgürlük kuşu gibi seke seke geçti yıllardan. 27 yıllık ömrünün çok kısa bir bölümünde dışarıyı soluyabildi. Ne yakındı bu durumdan ne de bir başka yaşam düşledi kendisi için.

Onda komünist devrimciliğin neredeyse bütün erdemleri kendini gösteriyordu. Gözlerinden gülüşüne, öfkesinden bir silah gibi kullanmaya çalıştığı engelli eline kadar kendini her şeyiyle sistemin dışına çıkarabilmiş bir yaşam biçimi... Her şeyiyle kendini sistemin dışına çıkarabilmiş bir yaşam biçimi olarak mücadeleyi seçmiş hedefi belli bir serüvenci...

Hepsinden önemlisi, o genç yaşına rağmen insanlığın kurtuluşu ve özgürlük dünyasının temel çizgilerinin birçoğu yerli yerine oturmuş, adeta sindirilmişti. Ondaki örgütlü mücadele zorunluluğu ve yoldaşlık bilinci insanın içine sımsıcak akacak denli yoğun ve çarpıcıdır: “Birbirimize sarılmış, yoldaşlığın o güvenli limanına sığınmıştık...” Hayata karşı duruşu, örgütlü mücadeleye bakışı, öğrenmeye doyumsuz çırpınışı ona kişiliğini biçimlendirme, zaten var olanı yeni bir kalıba dökme fırsatı verdi. Bu erdemleri elle tutulacak kadar somutlayabilmesi, ta ötelere yayabilecek kıvama getirmesi, bilgece bir açlıkla önüne ne çıkarsa öğrenme, her bilgiyi her deneyimi emme, her insanı kendi gerçekliği içinde kavramaya çalışarak dönüştürme yolunu açtı önüne. O ısrarla bu yolu yürüdü. Neşesiyle, coşkusuyla, güveniyle, ne olursa olsun pes etmeme azmiyle yaptı bunu: “Sabaha kadar yürüyeceğiz, ayaklarımız değil yollar yorulacak bizi taşımaktan...

Lale yorulmadı, hâlâ ruhumuzda ve bilincimizde yürüyor.

***

Kürt özgürlük mücadelesinin efsanevi komutanı Sakine Cansız'la* yolumun kesişmemiş olmasına hep hayıflanırım. Aynı dönemde devrimcileşmiş, aynı kentin sokaklarını adımlamış, aynı dernekte politik tartışmaların içine dalmışız oysa...

Onunla aynı hapishanede yatmış yoldaşlarıma anlattırmıştım birkaç kez. Fakat bendeki asıl tutku onun yaşamını okuduktan, temas ettiği insanları dinledikten sonra derinleşti. Bir karınca sabrı ve mimar titizliğiyle dokunduğu her insanı etkisi altına alıyordu; tıpkı Fidan Doğan gibi tıpkı Evin Goyi gibi...

Ferda Çetin onun ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu söylüyor: “Bütün insanların hikayelerini çocukça bir merak içinde ve yürek kulağıyla dinlerdi.” Aralıksız bir işçilikti onunki, ideallerine ancak çok güçlü bağlarla kenetlenmiş insanların çabasına benziyordu didinişi. Özgürleştirmeye çalışıyordu kadınları, onlara yolunu gösteriyordu özgürlük serüveninin. Marks, özgürleşen insanın dünyasının genişlediğini, bu yüzden de mutluluğu ve acıyı daha derinden yaşadığından söz eder. Tarife gelmez bir coşkunluk halidir bu, engel tanımaz, durmaz, bendinden taşmış bir ırmak gibi akar durur. Önüne çıkanları yıkıp geçmeye de, sabır ve inatla yeniden yapmaya da aynı ölçüde istekli ve yatkındır.

Olumsuz yanıtlara hemen teslim olmuyordu Sakine Cansız, sefer üstüne sefer tazeliyordu. Şimdi bambaşka hayatlar yaşayanlardan çoğu onun bu sürekli akınlarını gülümseyerek -aynı anda içi cız ederek- anlatıyor. Hayatın anlamı üzerine belki de her gün yeniden yeniden düşünüyorlar.

Yoktan var etme, var olanları sağlamlaştırma, yeni yollar açmada kadınlara özgü yaratıcılığın mücadeleye açılan pencerelerini onda görebilirdiniz. Bütün bir geleneği sırtlama potansiyelini, hareketi birbirine kopmaz bağlarla kenetleyen perçin çivisi işlevi gördüğünü, kişiliğine ve mücadelesine duyulan saygıyla ana kolonlardan biri olduğunu düşman da gördü.

Sakine'yi, Fidan'ı, Leyla'yı... yoldaşlarımızı 9 Şubat 2013'te Paris'in orta yerinde işte bunun için katlettiler. Fakat bir ezgide söylendiği gibi, “onlara ölüm yok!”  

Epey gerilere 1921 Ocak'ına Maria Suphi'ye, “Karşı kıyıların maralı”na*** gidiyoruz. Rusya’da 1905 ve 1917 devrimlerine katılmış enternasyonalist komünist Bolşevik kadın devrimci Maria'ya...

Komünistler tarafından bile upuzun yıllar boyunca unutulan Maria Suphi, Mustafa Suphi ve diğer yoldaşlar gibi fiziken 28-29 Ocak 1921'de Trabzon açıklarında dövülerek, silah dipçikleriyle katledilmedi. Yoldaşları kadar “şanslı” değildi, önce onların linç edilmelerini izlemek zorunda kaldı. Sonra kanlı tekneden indirildi. Kemalist rejimin tetikçisi çetecilerin yıllarca sürecek işkence ve tecavüzlerine maruz kaldı.

Trabzon’a getirilen Maria, Çömlekçi Mahallesi’nde bir eve kapatılarak “ganimet” olarak Yahya Kaptan’a verildi. Maria’nın bundan sonrasındaki yaşamı işkence, tecrit ve tecavüzlerle resmedilir. Maria, umudunu hiçbir zaman yitirmeden direndi. Kaçmak için çeşitli yollar aradı. Kâhya tarafından bir süre sonra Rizelilere “hediye” edilen Maria bir oturak âlemi sırasında katledildi.

*** Rosa'dan Maria'ya, Sakine'den Lale'ye... ömrünü destan gibi yürüyen bu yürekli kadınlar bizim her adımımızla canlanıyor, biz onların -ve nicelerinin yükselttiği bayrağa sarıyoruz özgürlük düşlerimizi, mücadele azmimizi.nsanlığın kurtuluşu yolunda özgürlükten de ideallerinden de vazgeçmeyen bu kadınlar açısından “Ölüm dediğin nedir ki?” Tarihe böyle silinmez çentikler atmışsan eğer...

(*) https://birlesikmucadele.com/yazarlar/sara-rojbin-ronahi-uc-ozgurluk-savascisi/

(**) Kadınlar, Eduardo Galeano, Sel Yayınları

(***) https://www.nethaberajansi.com/marialarin-trajedisinde-iktidarlarin-hanceri-saplidir-h4920.html


Etiketler : Kadın Mücadelesi, Sakine Cansız, Maria Suphi, Lale Çolak, Rosa Luxemburg,


...

Oya Açan