Kadıneki Yazı,

Neoliberalizm, devlet, feminizm ve LGBTİ+’lar


Hülya OsmanağaoğluSemiha Arı-09 Tem 2023

AKP inşa etmeye çalıştığı otoriter/faşist devlet gücünü neoliberalizmden, milliyetçilikten, heteroseksizmden ve patriyarkadan alırken, bu egemenlik ilişkilerine karşı mücadele eden tüm toplumsal hareketlerin de gerektiğince yan yana gelmesi bu anlamda bir zorunluluk

İstanbul’da 2014’te Onur Yürüyüşü’nde ve 2019’a kadar Feminist Gece Yürüyüşleri’nde devletin engellemesi olmadan on binlerce kişi yürüyebildiğimiz eylemlerden, bugün basit bir basın açıklamasına bile polisin şiddetle saldırabildiği, yürüyüşlü eylem yapmanın neredeyse imkânsız olduğu, bırakın sokak eylemlerini LGBTİ+’lara ilişkin her türlü etkinliğin yasaklandığı bir duruma geldik. Kürt özgürlük hareketi ve Kürt kadın hareketi zaten uzun bir süredir sistematik bir şiddetle karşı karşıya. Sermaye yanlısı AKP’nin zayıflattığı sınıf hareketi ise bir süredir 1 Mayıslar’da Maltepe-Bakırköy hattında sıkışmış durumda. AKP’nin yirmi yıldaki en önemli “başarılarından” birinin sınıf hareketini geriletmesi ve denetimi altına alması olduğu söylenebilir. Özellikle pandemi döneminde yükselen radikal ve çoğu konfederasyon sendikalarından bağımsız işçi direnişlerini hariç tutarsak, AKP bu denetimi zora dayalı devlet gücünden ziyade massetme ve reformistleştirme siyasetiyle gerçekleştirdi. İşçilerin önemli bir kısmının iktidar güdümündeki sarı sendikalara üye olmalarını sağladı, örgütlenmeyi düzenleyen yasayı zorlaştırdı. Hem sermaye hem iktidar ile iyi geçinen sendikaları güçlendirdi. Esnekleşmeyi savunan ve dilinden aile değerlerini düşmeyen konfederasyon başkanları aracılığıyla kendi ideolojik çizgisini sendikalara taşıdı.

2021’de ve 2022 başlarında tam da iktidar güdümündeki bu sarı sendikacılığa ve sınıf siyasetinden kopan sendikalara karşı bir cevap olarak da yükseldiğini söyleyebileceğimiz, özel sektörde başlayan grev ve direnişler büyük oranda başarıya ulaşmış olsa da toplumsal mücadeleyi niteliksel anlamda sıçratacak bir tetikleyici işlev göremediler. Son iki yıldaki ekonomik krize rağmen AKP’nin yoksullardan ve işçi sınıfından aldığı oylar, sınıf mücadelesinin ne kadar gerilediğini ve iktidar için tehlike olmaktan uzaklaştığını gösterdi.  CHP’de cisimleşen, devletin restorasyonuyla kendini sınırlayan muhalefetin ise sınıf hareketinin yanı sıra adeta bütün ezilenlerden ve toplumsal muhalefetten uzak durarak inşa etmeye çalıştığı seçim politikası, AKP iktidarını yıkabilecek güçten çok uzak kaldı. CHP’nin sokak, fabrika ve işyeri direnişlerine yansımayan seçim siyaseti, en azından seçimden sonra dinamizmini koruyarak AKP- MHP iktidarını zorlayacak bir toplumsal muhalefetin önünü de açmadı.

Geçmişin sınıf mücadelesi eksenli antikomünist sağcılığı bugün artık ideolojik hegemonyasını Kürt hareketi, LGBTİ+ hareket ve feminist hareket karşıtlığı üzerinden inşa ediyor. 28 Mayıs gecesi Tayyip Erdoğan’ın İstanbul ve Ankara’da yaptığı konuşma, yine bu seneki Onur Yürüyüşü’nde yapılan gözaltılara ilişkin İstanbul Valisi’nin “Aile kurumunu zayıflatacak hiçbir etkinliğe müsaade etmeyeceğiz” demesi ve bu açıklamayı milli ve manevi değerlere referans vererek yapması, bizi nelerin beklediğini, şu an iktidar nezdinde en büyük tehlikenin Kürt hareketi, LGBTİ+ hareket ve feminist hareket olduğunu gösteriyor.

Neoliberalizm ve yeni sağ

Doğrusu, dünyada neoliberalizme karşı mücadelelerin yükselmesiyle ortaya çıkan ya da güçlenen toplumsal mücadeleleri ve sınıf hareketini bastırmak için siyasal iktidarların sağcılığı, politikalarının merkezine taşıdığı bir gerçek. Bir başka gerçek, aşırı sağ iktidarların hemen hepsi otoriter rejimi yapılandırmada ve konsolide etmede, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı temelinde biçimlenen aileci politikaları merkeze koyuyorlar. Yani AKP’nin yerli ve milli dediği değerler, dünyanın birçok yerinde yükselen ve LGBTİ+ karşıtlığında cisimleşen aileci politikaların bir kopyası. Türkiye’deki gibi bir otoriter devlet gücü de kendisini sadece sermaye ve milliyetçilik üzerinden tahkim etmiyor, aynı zamanda toplumsal ilişkiler ağını ve üretim ilişkilerini yapılandırmada patriyarkayı merkeze koyuyor.

Ümit Akçay’ın yazısında[1] belirttiği önemli bir mesele vardı; kimi zaman “AKP’nin demokratik yılları” olarak adlandırılan ilk dönemlerinde AKP enerjisini, emek hareketini tasfiye etmeye vermiş ve otoriterliği inşa etmeye başlamıştı. Bununla birlikte, AKP 2010’lar boyunca sermaye sınıfını güçlendirip işçileri daha fazla ezip sömürecek ve sınıf hareketini zayıflatacak birtakım yasal düzenlemeler yapmaya devam ederken (örneğin Özel İstihdam Büroları’nın, diğer adıyla kiralık işçiliğin yasalaşması), kadınların ücretli-ücretsiz çalışmasını birçok belgenin merkezine yerleştirdi. Yarı zamanlı çalışma, esnekleştirme, kiralık işçi olarak çalışma ve diğer atipik çalışma modelleri torba yasalarla geçirilirken ve bunların propagandası kadın istihdamını artırma adına yapılırken, aile ve nüfus politikası çerçevesinde kadınların nasıl daha fazla doğum yapacaklarına ve aile sorumluluklarının izin verdiği ölçülerde hangi ücretli işlerde çalışabileceklerine ilişkin bir politika, oldukça sistematik bir şekilde geliştirildi. Dolayısıyla sınıf ve üretim ilişkilerinde de patriyarka esas kurucu ilişki olarak kodlandı. AKP nihayetinde kadınlardan ucuz, güvencesiz ve en örgütsüz işgücünü yarattı; kadınların ücretli emeğini ikincilleştirdi ve evdeki erkeklere bağımlı kıldı. Feministlerin 2010’larda sosyal politikaların tasfiyesine, neoliberal politikalara ve kadın emeğinin sömürüsüne ilişkin eylemler ve kampanyalar yapmaları, süren işçi direnişlerine katılmaları bu nedenle tesadüf değildi. Ancak büyük ölçüde tasfiye edilen sınıf hareketinin gündeminde kadın işçiler gibi bir mesele olmadığı için bu önemli gelişmeler feminist hareketin belli bir ölçüde yapabildiği eylem ve kampanyalarla sınırlı kaldı ve sınıf hareketi AKP’nin aile politikalarının işçi sınıfıyla doğrudan bağını göremedi.

AKP her zaman patriyarkanın en güçlü temsilcisi oldu. Sadece dönemin dinamiklerine göre stratejik kararlar aldı. Örneğin 2010 yılında yayınladığı Kadın İstihdamının Artırılması ve Fırsat Eşitliğinin Sağlanması Genelgesi’ni 2017 yılında “güncelleyerek” bu belgede geçen kadın-erkek eşitliği ibaresini ve kadın örgütlerinin süreç içinde rolüne vurgu yapan maddeyi çıkardı. İlk imzacısı olmakla övündüğü İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükte olduğu süre boyunca uygulatmazken daha sonra bir gecede iptal etti. Çünkü ideolojik meşruiyetini giderek daha fazla siyasal İslam’dan ve milliyetçilikten alan, toplumsal rızayı üretmek ve tabanını genişletmek/korumak için dine dayalı yaşam normlarını, aile değerlerini dayatan bir rejimin, üzerinden hak talep edilecek bir mekanizmanın yaşamasına ve özgürleşme hedefi ve potansiyeli taşıyan toplumsal-politik hareketlerin güçlenmesine izin vermesi mümkün değil. Bu hareketlere dokunmaması zaten kendisiyle çelişirdi.

Peki, bu sadece zora dayalı devlet gücüyle mi olacak? AKP’nin sınıf hareketini tasfiye edip denetimi altına almasının büyük ölçüde massetme ve reformistleştirme yoluyla gerçekleştiğini daha önce söylemiştik. Toplumsal ve siyasal hareketleri tehdit olarak görüp onları sistem içine entegre etme, evcilleştirme ve uyumlulaştırma politikası hem devletlerin hem de sermayenin 1990’lardan beri, özellikle sosyalist solun, sendikaların ve feminist hareketin/kadın hareketlerinin güçlü olduğu ülkelerde sıklıkla kullandıkları bir araç. Türkiye’de daha çok sivil toplumculuk ve STK’cılık dalgası üzerinden 2000’lerde gelişmeye başlayan bu süreç, feminist hareket içinde de LGBTİ+ hareket içinde de tartışmalar yarattı. Örneğin fonla siyaset yapmanın ve liberal sivil toplumculuğun toplumsal hareketlerin radikalliğini sönümlendirdiği tartışmaları hâlâ var. Böyle bir etkinin olmadığını, böylesi bir eğilimin toplumsal hareketlerde bölünme yaratmadığını söyleyemeyiz. Ancak bu iki hareket aynı zamanda 1990’lardan beri sistematik olarak gelişen ve içindeki farklı ideolojik ve örgütlenme eğilimleriyle devam eden hareketler. Kadın hareketinin bazı bölümlerini belli ölçülerde sisteme entegre etmek mümkün ve AKP de KADEM gibi karşı-hareket diyebileceğimiz örgütlerle, kapatılan Kürt kadın örgütlerini bu yapılara devrederek, AB fonlarının önemli bir kısmını taşeron STK’lara aktararak ve her yerde şubeler açarak bir yere kadar massetme siyaseti izledi. Ancak faşizmin inşası için gerekli adımlar atılırken, feminist hareketin tümden massedilmesi söz konusu olamadı. Feminist hareketin aile dayatmasına, boşanmaların engellenmesine, kadınların yaşamlarının dini referanslarla yorumlanmasına itirazı hiçbir zaman sona ermedi.

Kolektif siyasal özneler: LGBTİ+ hareket ve feminist hareket

Öte yandan LGBTİ+ hareket entegre edilecek bir yapı olarak değil, tümüyle yok edilmesi gereken bir hareket olarak görülüyor. LGBTİ+’lar söz konusu olduğunda varlıkları yer altına itilmeye çalışılıyor. Bu nedenle hareketler arası ilişkiler ve dayanışma üzerine daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Feminist hareket ama özel olarak LGBTİ+ hareket, İslamcı ve milliyetçi bir devletin olağan baskısından, salt massetme siyasetinden öte, hedeflenen yeni toplumsal ilişkilerin inşası sürecinde sindirilmesi hatta yok edilmesi gereken kolektif özgürlük hareketleri olarak görülüyor. 2015’ten sonra KHK’lar ve kayyum politikasıyla Kürt kadın hareketinin danışma merkezlerinin, derneklerinin, belediyelerde kadınlar için kurulmuş yapıların ilk kapatılanlar olması, kadınların kolektif özgürleşmesine yol açacak her potansiyelin yok edilmesi ve seküler toplumsal hareketlerin hedef alınmasıyla ilgiliydi. Kapatılan bazı kreşlerin Kuran kurslarına dönüştürülmesi ve bazı kadın kurumlarının KADEM’e devredilmesi[2] hem farklı bir hukukun uygulandığını hem de sömürgecilik ve kadın özgürlüğü ilişkisini birlikte düşünmemiz gerektiğini gösteriyordu.

Sekiz sene önce Kürt kadın örgütleri kapatılmaya başlandığında, belki de bu uzak bir yerde gerçekleşen, batıdaki bir feminist örgütü etkilemeyecek bir mesele olarak görülüyordu. Bugün, açık açık HDP’nin ve Kürt hareketinin seküler ve özgürlükçü ideolojisini kırmak için meclise soktuklarını söyledikleri Hüda Par büyük bir kesimde tepkiye neden olurken, sanki bu yapı ortaya yeni çıkmış gibi konuşuldu. Oysa kolektif hafıza, Kurdistan’da kadınlara neler yaptıklarını, kezzaplı eylemlerini ve cinayetlerini hatırlatarak herkese bir sürekliliği gösterdi. Aynı zamanda “Bu benim sorunum değil” algısının ne kadar yanlış olduğunu da gösterdi. Benzer bir şeye şimdi LGBTİ+ hareket konusunda şahit oluyoruz; derdimiz bu mu, diye soruluyor. Evet, derdimiz aynı zamanda bu. Biliyoruz ki devrimci hareketler ve toplumsal hareketler birbirilerinin varlığında yükselir ve birbirlerini güçlendirdiler.

Bu nedenle LGBTİ+ hareketin bu yıl “Dönüyoruz” temasıyla siyasal mücadeledeki yerini vurgulaması, bundan sonra feminist hareket, Kürt özgürlük hareketi ve ne kadarsa o kadar sınıf hareketi ile birlikte eşit kolektif siyasal özneler olarak toplumsal mücadele zeminlerinde yer alacağını gösteriyordu. AKP inşa etmeye çalıştığı otoriter/faşist devlet gücünü neoliberalizmden, milliyetçilikten, heteroseksizmden ve patriyarkadan alırken, bu egemenlik ilişkilerine karşı mücadele eden tüm toplumsal hareketlerin de gerektiğince yan yana gelmesi bu anlamda bir zorunluluk. Çünkü bu rejim için toplumsal hareketlerin zayıflaması, hatta yok olması nasıl bir zorunluluksa, bizim varlığımızı ve mücadelemizi sürdürmemiz de bir o kadar zorunluluk.


[2] Bir Kuran kursuna ya da evlendirilme dairesine dönüştürülen, AKP Kadın Kollarına ya da KADEM’e devredilen kadın kurumları hakkında Sevda Karaca’nın hazırladığı habere bakabilirsiniz: https://www.evrensel.net/haber/391379/kadin-kurumlarinin-kapisina-tugla-oren-kadin-kitaplarini-yakan-kayyum-duzeni


Etiketler : Kadın Mücadelesi, Kürt kadın mücadelesi, LGBTİ+, Feminizm, Feminist mücadele, LGBTIQ+, Kürt kadınlar, kürt kadın hareketi, kürt kadını dinamiği, feminist toplum,


...

Hülya Osmanağaoğlu ...

Semiha Arı