Kadıneki Yazı,

Kendi coğrafyanda öteki ve ölü olmak!


Saime Topçu-01 Nis 2022

Bir buçuk yılı aşkın bir zamandır Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi içerisinde çabalıyorum... Belki, öldükten sonra adalet arayışı mı olur, diye sorabilirsiniz... En iyisi duyduklarımı, tanık olduklarımı aktarmakla başlayayım...

Tene can, yola ışık olan gerçeğin aşkı ile, hak ve hakikat mücadelesinde katledilen tüm bedelgahlarımızın cümlesinin devri daim ola. Nefesi ile kemalete ulaşa. Xızır’ın varlığı, Pir’in hakikatinde ola. Dil bizden, nefes Pir Ana’dan ola. Ya Xızır sen gerçeksin. Gerçeğin demine HÜ.

Oturdum, uzun uzun düşündüm. Öyle can yakıcı bir mesele ki bu mesele. Söze nasıl başlayacağımı, nasıl dönüştüreceğimi, kelamımı nasıl aktaracağımı bilemedim ilk önce. Çünkü can yakan ve içler acısı bir durum bu. Kamuoyunun ilgisini soruna çekmek ve farkındalık yaratmak adına, en iyisi duyduklarımı, tanık olduklarımı aktarmakla başlayayım!

Bir buçuk yılı aşkın bir zamandır Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi içerisinde hizmet etmeye çabalıyorum. Böylesine acil ve önemli bir konuda çok değerli canlarımız da hizmet yürütüyor. Her birinin yarası aynı ve acıları ortak. Ölen yakınları için adalet istiyor bu insanlar!

Belki, öldükten sonra adalet arayışı mı olur, diye sorabilirsiniz. Yazık ki tam da böyle! Eğer Kürt’seniz, Aleviyseniz, Ermeniyseniz, Süryani, Keldaniyseniz, LGBTİ'seniz ötekinin de ötekisisiniz demektir. İnsan yaşarken mücadele eder, yaşam savaşı verir ama ölmüş biri için hak aramak, bunun için mücadele etmek hiç akla gelecek bir şey değildir! Üstelik de resmi dini İslamiyet olan bir ülkede! Maalesef ki kendi coğrafyanda öteki olduğunda her şeye maruz kalıyorsun. Tekçi sisteme biat etmiyorsan, her tür muameleyi de hak ediyorsun demektir! Hedeftesindir artık! Biz de varız, demek için kıyasıya hak mücadelesi yapmanız gerekir. İşte, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi bu ihtiyaçtan doğdu.

Bitlis'te bulunan Garzan’daki gerilla mezarlığı, ailelerin rızası ve haberi olmadan öylesine gelişi güzel bir şekilde kepçelerle ve dozerlerle yerle bir edildi. Ölülerin kemikleri plastik saklama kaplarına konulup, Kilyos’ta kanalizasyon geçen bir kaldırımın altına gömüldü! Bu durum ne ahlakidir, ne dini, ne de vicdani. Bir kemik yığınından intikam almaya çalışmak nasıl bir vicdandır, nasıl bir zihniyettir? Kilyos’taki duruma tanık olduktan sonra eve geldiğimde yaptığım ilk iş, evdeki bütün plastik saklama kaplarını atmak oldu. Toplumsal bir travma bu! Bir ananın çığlığı hâlâ kulaklarımda uğulduyor! 

Bir anaya oğlunun kemiklerinin kargoyla yollanması! Cizre'de Eylül 2015'te ilan edilen sokağa çıkma yasağında öldürülen 10 yaşlarındaki Cemile’nin cesedinin kokmaması için buzdolabında tutulması… Annesi "Cemile'nin cenazesi kokmasın diye buzdolabına koyduk. O günden beri ne zaman buzdolabının kapısını açsam her an aynı acıyı yeniden yeniden yaşıyorum" demişti. Ve bu acı anaya dert oldu.  Cemilesine, kuzusuna yapılan bu zulmü kaldırmadı, acısını içine gömdü, acısı büyüdü kocaman yara oldu, o yara kansere dönüştü.

Taybet ananın cansız bedenin günlerce sokak ortasında kalması, köpekler parçalamasın diye ailesinin endişesi, çaresizliği… Bugün hâlâ Taybet ana o sokak ortasında öylece yatıyor! O fotoğraf herkesin gözbebeğinin içinde hâlâ canlı.  Saymakla bitmez bir yığın acı, bir yığın keder, bir yığın gözyaşı!

Cizre’de bir ananın "Çok şeye şahit oldum, anlatmaya başlasam bitmez" dediğine tanık oldum: “Gözümüzün önünde çocuklarımızı yaktılar.” O anlatırken, yanık kokusunu alıyorum. Nasıl bir vicdansızlık bu! “Üzerinden altı yıl geçmesine rağmen hâlâ çok taze acım. Çocuklarımızın cenazelerine zulüm ettiler, gözlerini çıkardılar,  köpeklere parçalattılar... Botan’daki anaların yüzde 95'i benim yaşadığım acıyı yaşadı.  Abluka sürecinde bas bas bağırıyorduk, öyle bir vahşet yaşadık ki kimseye duyuramadık sesimizi. Çok yalnız kaldık, yalnız bırakıldık…”

70 yaşlarındaki din adamı olan Kürt (melle) şöyle diyordu: “82'den beri birçok şeye şahitlik ettim, artık acılardan taşlaştı yüreğim. Öyle olmasa dayanamazdım.” Her sözünde boğazı düğüm düğüm, gözyaşlarını içine akıtarak sözüne devam ediyor; “Roboski insanlığa sığdırılacak bir saldırı değildi. Hayatını kaybeden insanlar vardı. Onlarla birlikte atlar da öldürülmüştü. Uzun süre at etiyle insan etini bir birinden ayırmaya çalıştık!” Bense bu zulmün nasıl yapılabildiğini insanlık adına düşünmeye dahi korkuyorum... Melle anlatmayı sürdürdü: “Cizre olaylarında insan bedenleri yakıldı. Biz bu vahşeti ne duyurabildik ne de engelleyebildik. Herkesin gözünün önünde olmasına rağmen. Peygamber efendimiz hayattayken karanlığın neferi olan kişilerin çıkacağını söylemişti. Biz bunu Kobani’de, Cizre’de yaşadık. Şahit olduklarımız, yaşadıklarımız kabul edilecek şeyler değildir…”

Bir başkası ise şöyle diyordu: “Cenazelerimiz ailelere teslim edilmek yerine farklı bölgelere götürüldü. Bu süreçte, Cizre olaylarında 177 kişi bodrumda hayatlarını kaybetti. Kimyasal kullanıldı. Kimyasal kullanıldığı için oralarda ot yeşermedi. Yabancı gazeteciler gelmişti. Cenazesi sokakta kalan ve köpeklerce parçalanan zihinsel engelli vatandaşın tespiti için fotoğraflar çektik. Bu gazeteciler fotoğraflara bakamadılar. Hayatını kaybeden insanlar kimlik tespiti yapılmadan topluca gömüldüler. Bunlardan biri de zırhlı aracın arkasında bağlanarak sürüklenen Hacı Lokman Birlik’ti ve bize ölülerimizi gömdürmediler.”

Aysel Tuğluk’un annesi Hatun ana ise adeta devletin organize ettiği bir grup faşist tarafından sırlandığı yerden çıkartıldı. Korkunç bir vahşetti bu. Bu olay sonrası Aysel Tuğluk’un zihni karardı adeta. Annesine yapılan vahşeti kaldıramadı çünkü. Zaten, insanım diyen kim kaldırabilirdi ki?

“Nevala Kasaba” evet, yanlış okumadınız, hani şu adına ağıtlar yakılan “çöplüğün” adı. Derelerden kan akar burada. Nicedir analar ağıt yakar her doğan gün ve gelinler yola bakar çaresiz. Oyy, Nevala Kasaba oy...

ANAP’lı Siirt Belediyesi’nin kepçeleriyle kazılan ve yargısız infazlarla öldürüldüğü “iddia edilen” pek çok Kürt'ün birkaç metre kefen bezi, birkaç parça tahtadan oluşan levazımatla, başuçlarına dikilecek basit bir taşın dahi esirgenerek yine kepçelerle gömüldüğü toplu mezarların yer aldığı Siirt merkezdeki “çöplüğün” adı “Nevala Kasaba”.

18 Mayıs 1973'de işkence sonucu katledilen ve bedeni parçalanmış halde babasına teslim edilen İbrahim Kaypakaya’nın babasına ‘oğlun öldü’ denir. Bir anda binanın bütün taşları parçalanır, kapılar kıymık kıymık olur, camlar, çerçeveler dağılır, saplanır gibi olur yüreğine; “Nettiniz ki öldü?” der baba, “daha dokuz gün önce mektup yazıp beni çağırmıştı!” Karşısındakiler, intihar ettiğini söylerler. “Git tabut getir” derler. Tabut yaptırır baba, ceset bozulmasın diye ilaç, kefen alır. Kafası kesilmiş, kasıkları parçalanmış, vücudunda delikler olan oğlunun cesedini bir torbaya koyar, tabuta yerleştirir. 5 liraya bir hamal tutar. Cenazeyi ve tabutu taşır. Hamal babaya döner; “Ne oldu, bu nedir?” der “Oğlumdur” der baba, “Solcuydu, burada, işkencede öldürdüler, onun cenazesidir.” Bir babaya, bir de cenazeye bakar Diyarbakırlı hamal ve ağlamaya başlar; “Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun” der, hıçkıra hıçkıra ağlar, yürür, gider…

"1937/38 Dersim soykırımında yaşananlar Kerbela’da yaşanmadı" der annem. Amcası bu zulmü duyar duymaz Dersim’e gider. Kırk genç kızla, kırk delikanlının el ele vererek kendilerini Munzur’un sularına attıklarını ilk ondan duyar annem. Munzur kan akar. Annemse hâlâ amcasının ağıtını dillendirir.

Kefensiz, mezarları belli olmayan yüzlerce bedelgahlarımız var. Pirimiz Seyit Rıza ve oğlunun, yoldaşlarının mezarlarının yeri hâlâ sırdır, bilinmez.

Toplu mezarların yerlerinin belirlenmesi, DNA testlerinin yapılıp ailelerine verilmesi elzemdir. Öte taraftan cenazelerin çıplak teşhiri, vücut bütünlüğünün bozulması, mezarların tahrip edilmesi, mezarlıkların köpek barınaklarının olduğu yere yapılması, "hainler mezarlığı" olarak isimlendirilmesi, Ermeni mezarlıkların üzerine tuvalet yapılması ya da TOKİ benzeri yapıların inşa edilmesi gibi vahşetlere son verilmesi gerekir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir inançta ve toplumsal kültürde ölülere zulüm etmek kabul görülecek bir şey değildir. Ölülerimiz bizim nişanımız ve hafızamızdır. Mezarlıklar ise o toplumun tarihini, kültürünü, hafızasını oluşturur. İnsanın bedelgahı her inançta kutsaldır. Benim inancımda yaşam ölümle ikrarlıdır. Bir şekliyle hakla hak olmuş canlarımızın ölü bedenlerini bu vahşi sistemden koruyamamanın çaresizliği içindeyiz. Cenazelerin ailelere verilmemesinden tutun da toprağa sırlanmasına kadar inançsal ritüellere izin verilmemesi; gömülme ve yas tutma hakkı tanımayan nemrut bir anlayışla karşı karşıyayız. Maalesef, halkları birbirine düşman etmiş, toplumun hassasiyetlerini göz ardı ederek, pervasızca sinir uçlarına dokunan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Acıların coğrafyasında yas tutma hakkımız bile elimizden almış! Bizler, bu insanların acılarına sahip çıkıp, toplumsal bir hafıza oluşturmak zorundayız. Bu topraklarda, 1915 de dahil olmak üzere farklı etnik ve inançlara karşı yürütülen katliamlar silsilesine yenilerinin katılmasına engel olmak zorundayız. Acılarımızla yüzleşerek tüm toplumsal kimlikleri bir araya getirerek hep birlikte sorgulayarak, sahiplenerek, konuşmaya dahi çekindiğimiz acılara dokunarak konuşmak zorundayız. Bu coğrafyanın halklarını güneyi, kuzeyi, batısı, doğusu demeden; Ana kadın kemaleti, sevgi, barış, kardeşlik, adalet ve toplumsal vicdanı, Hızır aklıyla yeniden buluşturmalıyız. Bu ise, halkların katliamcı zihniyete karşı birliği ve özgürlüğü ile olacaktır.

Hak aynamız, Xızır yoldaşımız olsun.

*Demokratik Alevi Dernekleri (DAD) 3. dönem Eş Genel Başkanı


Etiketler : Hatun Tuğluk, Garzan mezarlığı, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi,


...

Saime Topçu