Kadıneki Yazı,

Savaş erkek egemenliğini pekiştirir


Dilek Gökçin-15 Haz 2022

Kadınlar için, alt edildiği köleleştirildiği devletli sistemin (bugünkü haliyle kapitalist sistemin) çıkardığı, neden olduğu savaşlara karşı mücadele, hem ideolojik hem de politik bir mesele

İnsan hakları literatürü, kavramları ve açtığı tartışma alanı, 1980’lerden itibaren Türkiye’de hepimizin hayatında önemli farkındalıklar yarattı. İnsan onuru, temel veya dokunulamaz haklar, insanlığa karşı suç, savaş suçları gibi kavramları hem hayatımıza hem de tartışmalarımıza soktu. Hak savunucularına, yeni bir hak arama dilini, kültürünü ve mücadele yöntemlerini öğretti.

Bugün bu alandaki kaynaklara ve mücadele alanlarına baktığımızda ilk göze çarpan şey bu alanı cinsiyetlendirmenin ne kadar temel ve önemli bir ihtiyaç olduğu. Haklarından söz ettiğimiz insan, gündelik hayatını kadın, erkek veya LGBTİ+ olarak geçiriyor. Cinsiyete dayalı farklı deneyimlerin yanı sıra, etnik köken, dinsel inanış, sınıfsal konum gibi farklı aidiyetler de deneyimlerimizi belirliyor. Yani insanlar farklı cinsiyetlere, cinsel yönelimlere, etnik veya dinsel aidiyetlere sahipler. Bu farklılıklara, yeni kimlikler veya alt-kimlikler sürekli ekleniyor. Bu farklılıkların her biri de çok farklı deneyimlere, çok farklı gündelik hayatlara ve belki de en önemlisi çok farklı hak ihlallerine denk düşüyor. Bu nedenle, insan hakları mücadelesi ve dili, bu farklılıkları yakaladığı ve kendi yaklaşımında farklı deneyimleri ve farklı hak ihlallerini görünür kıldığı oranda kapsayıcı hale geliyor. 
Farklı cinsiyetlere, cinsel yönelimlere ve cinsiyet kimliklerine sahip insanların, ağır ve sistematik insan hakkı ihlallerinin yaşandığı dönemleri deneyimleme biçimleri de çok farklı oluyor. İnsan hakları alanını ‘cinsiyetlendirmek’ sadece kadınların özgül deneyimlerini görünür kılmak anlamına gelmiyor. Yaşananları tüm karmaşıklığıyla, hakikate daha yakın bir şekilde ortaya koymak anlamına geliyor.

Erkek karakterli ulus devletler, sistem karşıtı tüm yapıları ve güçleri toplumsal inşa yapılarının dışına itmiş, kadını tümden dışlayarak silikleştirip yok saymıştır. Vatan, ülke, toprak gibi argümanları -ki savaş nedenidir bu argümanlar- dişileştirilerek, kadınla sembolize etmiştir. Ulus devletler sahip olma, himaye etme iddiasında olduğu her şeyi kadınlaştırır çünkü varlığının ideolojik temeli köle kadın- efendi erkek sahiplik ilişkisi üzerine kurulmuştur.

Vatan namus, toprak anadır. Erkek dünyası kadınla sembolleşen ve özdeşleşen bu argümanlar üzerinden savaşırken, kadını uğruna savaşılacak bir araca dönüştürmüştür. Kadının bedenini de savaş alanı haline getirir. Namuslaşan vatan, analaşan toprak, savaşlarla talan edilip, yakılıp yıkılan, gasp edilip, tecavüz edilen alanlara dönüşmüştür. Sayısız örnekten biliyoruz, kadınlara yönelik sistematik taciz ve tecavüz devletlerin temel savaş politikalarıdır.

Savaş ve çatışma durumları, erkek egemenliği dahil toplumdaki tüm diğer egemenlik sistemlerinin birbiriyle etkileşimi içinde belirleniyor. Kadınların erkek egemen sisteme karşı örgütlü ve bilinçli müdahalesi yoksa erkek egemenliğini her zaman pekiştiriyor ve yeniden üretiyor.

Günümüzde kadın mücadelesinin de etkisiyle kadınların savaş ve çatışma dönemlerindeki deneyimleri artık çok daha fazla konuşuluyor. Genel tarih okumaları, erkeklerin birbirleriyle savaşı ve bu savaşların beslediği militarizasyon süreçleri şeklinde okundu. Konuya kadınlar açısından bakma yaklaşımı yakın bir tarihte ortaya çıktı. Savaş ve çatışma süreçlerini cinsiyetlendirilmiş süreçler olarak ele almak ve kadınların deneyimine erkek egemen sistemi sorgulayarak bakmak son derece önemli.

Son yıllarda dünya çapında yapılan araştırma ve çalışmalarda ağır ve sistematik insan hakkı ihlallerinin bugüne kadar pek üzerinde durulmamış yönleri, özellikle de feminist araştırmacılar tarafından, titizlikle ele alındı. Soykırımların ve devlet şiddetinin farklı biçimlerinin yarattığı yıkımın cinsiyet temelinden analizleri yapıldı. Sömürgeci ırkçılıkla yüz yüze gelen kadınların farklı deneyimleri açığa çıkarılıp, tartışılır hale geldi.

Yine cinsel şiddet tüm boyutlarıyla (taciz, tecavüz, fuhuşa zorlanmak, seks köleliği, zorla kürtaj ve zorla hamile bırakılmak, göçmen kadınlar) konuşulur ve görünür hale getirildi. Ekonomik şiddet ve yoksulluğun kadınların gündelik hayatı üzerindeki etkileri ve farklı etnik kökenlere sahip kadınların dilsel bariyerlere takılarak hak mücadelesinden alıkonmalarının, şiddetin başka bir türü olduğunun altı çizildi.

Bu farkındalığı yaratan, bizzat kadınların erkek egemen sisteme karşı örgütlü ve bilinçli müdahalesi. Kadınların en fazla mağdur olan kesim oldukları kadar, barış için en fazla mücadele etmiş kesim olduğunu biliyoruz. Bu durum bizzat mücadelenin, savaşların, şiddetin içindeki kadınların verdikleri mücadele ile ortaya çıktı.

Arkadaşıma Dokunma (1993), Barış Anneleri (1993), Cumartesi Anneleri (1995), Barış İçin Kadın Girişimi (1996), Barış İçin Kadın Buluşmaları (2004) vb. bu mücadelenin örneklerindendir.

Türkiye, ağır insan hakkı ihlalleri konusunda sicili son derece kabarık bir ülke ve birbirinden farklı biçimlerde de olsa birçok otoriter dönemden geçti ve geçiyor. Tüm bu alanlara kadınların özgün deneyimleri ışığında bakmak çok önemli. Üstelik bu gündelik deneyimler bütünü dünyanın başka yerlerindeki kadınlarla önemli benzerlikler de gösteriyor. Bu türden benzerlikler kadınlığın soyut bir kavram olmadığını, ortak deneyimlerle bir araya gelen kadınlara işaret ettiğini gösteriyor. Üstelik milliyetçi ve tekçi yaklaşımlara rağmen kadınların, hemcinslerinin uluslararası deneyimleriyle ne kadar zenginleşebileceğini de ortaya koyuyor. Dünyanın pek çok yerinde kadınlar örgütlenerek savaş karşıtı mücadele yürütüyorlar.

1995’ten bu yana özellikle Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek ve İsrail-Filistin’deki çatışmalarda ve barış süreçlerinde toplumsal cinsiyet konusuna yoğunlaşan feminist araştırmacı ve yazar Cynthia Cockburn, kadınların barış sürecindeki rollerini incelemiştir. Cockburn, kadınların, savaşın bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki doğrudan etkilerini tartışmaya açmak için, barış inşası dönemlerinde de feminist bir mücadele vermeleri gerektiğini savunur.

“Kadınların deneyimlerinin görünür olması, ihtiyaçlarının karşılanması için, her şeyden önce barış inşası ve geçmişle hesaplaşma süreçlerine eşit biçimde katılmaları gerekiyor. Otoriter yönetimler altında, çatışma ve savaş dönemlerinde yaşadıkları deneyimin üzerlerinde yarattığı çelişkili durumları gösterecek olanlar da kadınlar. Bu yüzden amaç sadece kadınların yaşadıkları mağduriyetleri görünür kılmak değil. Savaş ve çatışma dönemlerinin altüst ettiği toplumsal düzen içinde kadınları güçlendiren deneyimler, bu dönemler sona erdiğinde kurulan yeni toplumsal düzende kadınlara söz hakkı verilmediğinde görünmezleşir ve kadınları cinsiyetçi rollere hapsedebilir. Çünkü savaş ve çatışma durumlarının sona ermesi, cinsiyetçilik başta olmak üzere toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmıyor. Kadınların barış mücadelesine katılımları çoğunlukla cinsiyetçi toplumsal yapıları aşındırma hedefi de taşıdığı için, amaç çatışma öncesi durumun ötesine geçmek” der.

Kadınlar farklı toplumsal zeminlerden ve sınıflardan gelseler de birbirlerini anlama, empati kurma, esnek davranma yetisine sahipler. Kadın özgürlüğü alanında ortaklaşarak deneyim kazandılar. Kadınlar arasında bir barışma kültürü ve ortak dili kurma kararlığı var. Kadınlar için, alt edildiği köleleştirildiği devletli sistemin (bugünkü haliyle kapitalist sistemin) çıkardığı, neden olduğu savaşlara karşı mücadele, hem ideolojik hem de politik bir mesele.

Bu nedenle savaşların kökeninde yatan cinsiyetler arası eşitsizliğin giderilebilmesi, kadın perspektifli bir çözüm ve toplumsal inşa için, kadınların çözüm süreçlerinde, eşit temsiliyetle üçüncü taraf olarak yer alması, kalıcı barış için zorunlu.


Etiketler : Savaş, Özel savaş politikaları, Savaş politikası olarak tecavüz, Savaş karşıtı kadın mücadelesi,


...

Dilek Gökçin