Kadıneki Yazı,

Göç en çok kadınları zorladı


Remziye Tosun-15 Nis 2021

Sur’un benim için anlamı çok başka, çünkü yaşamımın büyük bir bölümünü burada geçirdim... Ancak Sur’dan göç etmek zorunda kaldık. Şimdi Sur’da taşlara basınca ‘acaba daha önce bu taşa basmış mıydım?’ diye düşünüyorum

Türkiye’de zorunlu göç veya sürgün kelimesinin en belirgin tanıkları, özellikle uluslaşma sürecinde ‘sorun’ olarak görülen azınlıklar olmuştur. Devletin özellikle 1924 sonrası yüzünü tamamen tasfiyesine çevirdiği Kürtler de isyan ve direniş ile cevap vermişlerdir. Haliyle başta idamlar olmak üzere, sürgün veya zorunlu göç hep güncel olmuştur. Şark Islahat Planı ile çerçevesi net çizilen, sonraki süreçlerde de çeşitli projeler şeklinde tasfiye edilmek istenen Kürtler, deyim yerindeyse zamana yayılmış bir kuşatmanın içindeydiler. 1990’a kadar pek çok olaydan örnekler verebiliriz...

Fakat ben biraz yakın tarihe değinmek istiyorum; Dört bine yakın köyün yakılıp boşaltıldığı ve yaklaşık beş milyon Kürdün göç ettirildiği 90’lı yıllarından bahsediyorum.

Bir yandan köyden kentlere sosyoekonomik göç, diğer yandan siyasi zorunlu göçlerle insanlar yerlerinden olmuştu. 90’lı yıllar, köy boşaltmaları, köylerin yakılması, zorunlu göçler, sokak ortasında infazlar ile şiddetin tırmandığı bir dönem olmasının yanı sıra Kürt Özgürlük Hareketi açısından da toplumsal olarak sahneye çıkış dönemidir.

1990’lı yıllarda, çocukluğumuzda Ergani’de askerler köyleri basıyordu. Devlet politikası olarak koruculuk sistemi halka dayatılıyordu ve korucu olmak istemeyenler ciddi bir baskı altındaydı. Beni en fazla etkileyen ise kendisine ‘Parmaksız Osman’ diyen bir başçavuştu. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ‘Parmaksız Osman’ı hiç unutmayacağım. Askerler köye geldiklerinde camiye gidip “Ben parmaksız Osman, Osman Başçavuş. Herkes eşleri ve kızlarının kimlikleriyle köy meydanına toplasın’ diyordu. “Gelmediğiniz takdirde taciz, tecavüz gibi durumlardan biz sorumlu olmayacağız” diyordu. Parmaksız Osman’ın sesiyle uyanıp korkuyla köy meydanında toplanıyorduk. Korucu olmak istemeyenlere gözümüzün önünde zulmediyorlardı. Köylerde operasyon bitene kadar halk köy meydanında bekletiliyordu. Bu topraklarda yaşayan bir Kürt kadını olarak o dönem yaşadıklarımı unutmadım. Ne zaman bir operasyon olsa, insanlar göç ettirilse benim aklıma Parmaksız Osman gelir.

Hiç kuşkusuz zorunlu göç durumlarında en çok kadınlar zorlanıyordu. Her açıdan yaşanan bir zorlanmaydı bu. Evin kızı olarak, anne olarak, kadın olarak ve yaşanan savaşın ortasında ‘daha öteki’ olarak militarizmin hedefindeydik. Bunu hissediyorduk.

Taciz, tecavüzden bahsedildiğinde halk daha fazla korkuyordu. Bize öğretilen ve kalıpları oturmuş ‘namus’ algısından ötürü aileler daha fazla tedirgin oluyordu. Bizi meydanlara toplayan ve tehdit edenler de bu gerçekliğin farkında olduğundan bu yönlü korkuyu yayıyorlardı. Bu elbette bir çeşit özel savaştı!


Remziye Tosun, Sur’da sokağa çıkma yasakları sırasında 3 yaşındaki kızı Beritan ile birlikte 100 gün boyunca mahsur kalmış, çıktıktan sonra 14 ay tutuklu kalmıştı.

Zaman içinde askerlerin köylere yaptığı baskınlar ve halka uygulanan zulüm bizde bir sorgulamaya neden oldu. Bu baskınlar bizi etkiliyordu. Hak, özgürlük mücadelesini bu baskılar sırasında yaşayarak öğrendik. Daha sonra bu öğrenme ve deneyimleme, Kürt Kadın Mücadelesi şemsiyesi altında büyüyüp başta özel savaş politikaları olmak üzere, namus gibi kalıpları da yıkacaktı. Bunun Kürdistan’da hem kadın bilinci hem de Kürt bilincini yeşerten önemli bir durum olduğunu düşünüyorum.

90’lı yıllarla şu anki konjonktür elbette aynı değil. Şiddet aynı şekilde devam etse de Kürt hakikati artık inkâr edilemez noktada. Kürt siyasal mücadelesi çok önemli kazanımlar elde etti. Kürtler şu anda Türkiye siyasetinde belirleyici bir konumda. Bununla birlikte kadın hareketi gün geçtikçe büyüyor, büyümeye de devam edecek.

90’lı yıllarla bugünkü politikalar arasında elbette farklılık ve benzerlikler çok. Özellikle özyönetim direnişleri ve akabindeki süreçte yaşanan fiili OHAL durumu belki de en fazla akılda kalan farktır. Özyönetim sürecinde direnen kentlerin yakılması, tanklarla yok edilmesi, Kürtlerin siyasi kazanımlarına dönük saldırılar veya sokak ortasında infazların yaşanması gibi 90’lı yıllara ait pratikler, halkta kolektif direniş hafızasını yeniden canlandırdı. Buna karşılık devletin şiddet pratiği ise doruk noktasına ulaştı.

Sur’daki özyönetim pratiği ve sonraki süreçte yaşananlara herkes tanık oldu ve yine herkesin gözü önünde Sur halkı zorunlu göçe tabi kılındı. Surlular bunu kabul etmedi. Kabul etmediğimiz için de tanklarla, toplarla evlerimiz yıkıldı.

Sur’un benim için anlamı çok başka, çünkü yaşamımın büyük bir bölümünü burada geçirdim. 20 yıl kadar Sur’un sokaklarında yaşadım. Düğünlerde, bayramlarda tüm Sur halkı, komşular birbirlerine destek oluyorlardı, yardım ediyorlardı. Bu anlamda kolektif bir yaşam, mahalle kültürü vardı. Ancak Sur’dan göç etmek zorunda kaldık. Şimdi Sur’da taşlara basınca ‘acaba daha önce bu taşa basmış mıydım?’ diye düşünüyorum.

Bu son göçün de kadınlara etkisi çok ağır oldu. Sur gibi Cizre, Nusaybin, Silopi, Silvan, İdil, Şırnak, Gever’de de göç ettirilen tüm kadınlarda savaşın psikolojik etkileri çok fazla görüldü. Çünkü zorunlu göç; anadilin kaybedilme ihtimali, yabancılığın yarattığı güvensizlik gibi durumları yaratan ve kadın üzerinde psikolojik baskıyı artıran bir süreçtir. Bir yandan ataerkil bir sistemde zorla göç eden kadınlar ciddi psikolojik sorunlar yaşıyor, diğer yandan ise bu, bir politika olarak kullanılıyor. Özyönetim direnişlerinde askerlerin basına da yansıyan ya da kendi hesaplarından paylaştığı gayri ahlaki durumlar, kadınlardaki travmayı artıran çok çarpıcı nedenlerden birisi mesela. 

Kürtleri, özelde de kadınları “terbiye etmek”, korkutmak amacıyla kullanılan psikolojik savaş yöntemlerinden birisi de aynı şekilde tekerrür eden namus algısı üzerinden yaratılan korkuydu. Oysa geçen sürede onlar namusu kadın bedenine indirgedikçe, biz namusun yaşanılan yer, bakılan ve aitlik duygusuna sahip olan şeyler olduğu bilincine varmıştık.

Her insan veya toplum yaşadığı yer ile özdeşleşir ve onu şekillendiren de coğrafyasıdır. Dolayısıyla Kürdistan, devlet şiddetinin merkezindeyken direnişin yeniden doğduğu mekândır. Aynı zamanda bu mekânın kolektif bir hafızası var. Aslında amaçlanan sadece bu kentleri yok etmek değil, bir daha böyle bir direnişin yaşanmasını da engellemekti. Düşünün ki sadece Sur’da 30 bin kişi yerinden, yurdundan oldu. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Şehirlerin tanklarla yok edilmesinin dışında kentsel dönüşüm adı altına insanların göç ettirilmesi AKP iktidarının Kürt politikasının devamı. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt halkına yönelik imha ve inkâr politikalarından bahsediyorduk, şimdi ise kadınların katledilmesi, şehirlerin yok edilmesi, tarihsel mirasın üzerine beton dökülmesi, Kürdistan şehirlerinin kentsel dönüşüm adı altında yıkılması, insanların göç ettirilmesi, yani Kürdistan’ın insansızlaştırılması, Kürt halkının ise hafızasızlaştırılması politikalarından bahsediyoruz.

Kendi hukukuna bile uymayan bir iktidarla karşı karşıyayız. 90’lı yılların kaba imha ve inkâr politikalarının artık sinsice ve algı oyunlarıyla yapıldığını görüyoruz. Tüm yaşanan yaşam hakkı ihlallerine karşı Kürt halkı mücadele ediyor. Gerçek şu ki AKP iktidarı ılımlı İslamcı olarak iktidara geldi fakat ülke tarihinin en büyük ihlalcisi olarak anılacaktır. Bizler bu yılları asla unutmayacağız. Ancak yapılan baskılar değil, verdiğimiz mücadele aklımızda kalacak.

*HDP Diyarbakır Milletvekili


Etiketler : Göç, Sokağa çıkma yasakları, Sur, 1990'lı yıllar, Köy boşaltmalar, Kadınların göçü, Cizre,


...

Remziye Tosun