Kadıneki Yazı,

‘Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü ‘nasıl’a katlanabilir.'


Sabite Ekinci-14 May 2023

Yasakların bolluğu, ‘suç’ ve ‘suçlu’ tanımını muğlaklaştırdığı gibi hukuka olan güveni de zedeler. Çünkü hukuki kararlar, hakkaniyetten öte iktidarların siyasi ihtiyaçlarına göre işlev görmeye başlayınca ‘Neye göre suç? Kime göre suçlu?’ belirsizliği oluşur

Kuruluşları yüzyıllar öncesine dayanan resmi cezalandırma merkezi olan hapishaneler, hükümdar ya da devletlerin kendi güvenlikleri açısından yarattıkları en gelişkin modern cezalandırma merkezleridir.

İster dini anlamda ele alınsın, ister mitolojik bir öge olarak dile getirilsin ‘suç’ ve ‘suçluluk’ kavramları, insanlığın ilk oluşum döneminde yaşanan Habil-Kabil kardeşlerin cinayeti olayından bugüne dek tartışılagelen bir olgudur. Tarih boyunca yaşanan her olay ve olgu, insanın var olma ve görünür olma mücadelesinin bir sonucudur. Ona sebep suç ve ceza kavramları yanında adalet ve adaletin yerine getirilmesi durumu da her daim insan yaşamında önemli bir tartışma konusu olmuştur.

Dinler, filozoflar, felsefeciler, ‘Suç ve adalet’ kavramını tartışa dururken, hükümdarlar - bugünün deyimiyle iktidar -, devletler, gelişen-değişen ve toplum yaşamında gittikçe belirginleşen insan etkinliğini sınırlayabilmek için çareler ararlar. Din, felsefik bakış ve sanatın sorgulayıcı bir düşünceyi geliştirerek dönüştürdüğü insanlar, toplum yaşamında daha fazla söz sahibi olmaya odaklandıkça, iktidarlar da bu gelişimi, ceza ve korkularla durdurmaya çalışırlar.

Korkuyu derinleştirmek ve halk inisiyatifini durdurmak için, suçlu diyerek itham edilenlere verilen cezalar, halka açık alanlarda, seyirlik hale getirilen şenlikler şeklinde uygulanır. Herkesin gözü önünde yüz ve bedene simgesel damga basma, canlı canlı yakma ya da canlı-ölü teşhir etme, kazığa bağlama, giyotin vb. çoğunlukla insan bedenine acı çektirmeye dönük cezalar yüzyıllar boyu suçlu olarak itham edilen insanlara uygulanmıştır.

Halka açık acı çektirme cezaları, bir zaman sonra halk arasında tepkiyle karşılanır. Düşmanını korkutup sindirme, kendi taraftarlarına da zafer sarhoşluğu tattırmak amacı taşıyan bu seyirlik cezalandırmalar, kurbanların ölüm karşısında gösterdikleri olağanüstü cesaret halkta korku yerine kurbana acıma, kurbanı yüceltmeye dönüşür. Cezaların orantısızlığı ve vahşeti adalet kavramını tartışır hale getirirken, kurbana empati duygusunu geliştirir. İnsanlık tarihinde İsa Peygamber’in çarmıha gerilmesi nasıl ki yeni bir miladın ve dinin başlangıcı olduysa Babek ve Hallac-ı Mansur gibi halk önderlerinin ölüm karşısındaki cesur haykırışları da halklar arasında kulaktan kulağa fısıldandı. Yüzyıllar boyunca halkların hafızasında haksızlığa başkaldırı ve hak aramanın öncüleri olarak kaydoldular. Adaletin yerini bulması adına verilen cezaların haksızlığı tepki toplarken birçok kurban, celladın elinden bizzat halk tarafından kurtarılır.

Halkın seyirlik cezalara-infazlara tepki göstermesi, kurbanlarla empati kurması, iktidar güçlerini rahatsız eder. Çünkü iktidarlar, çıkarları adına oluşturdukları ‘yasadışılık’ suçlamaları halk nezdinde inandırıcılığını yitirir.

Karşıtlık ve düşmanlık söylemi üzerinden geliştirilen iktidarlar, muhaliflerini cezasız bırakamayacağına göre bu cezalandırmaları gizli-saklı, gözlerden uzak yerlerde yapmanın yollarını ararlar ki hapishaneler de; yüzyıllara dayanan böylesi bir aklın ortak yaratımıdır. Aynı zamanda yasal cezalandırma kurumlarıdır.

Gözlerden uzakta oluşturulan bu yeni toplu cezalandırma merkezleri, modern cezalandırma yöntemi olarak tarihe geçer. Tarihe geçen salt hapishane fikri değil, yeni cezalandırma teknikleri de icat edilir.

Yenilenmiş modern cezalandırma yöntemlerinde yeni hedef ruhtur. Madem bedene istenildiği gibi kolayca acı çektirilemiyor, o halde ruha müdahale etmeli. Bu düşünceyle ruh; iradesiz ve cesaretsiz kılınarak fethedilmeye çalışılır. İktidar güçleri; ‘Korku kılıçtan derin keser’ anlayışıyla hareket ederek korkuyu derinleştirirler. Fiziki acının yerine, gözle görülmeyen bir acı metodu devreye sokulur. Beden üzerinde hemen etkili olan acıların aksine, ruha yönelen saldırılar; daha yavaş, daha incelikli, daha gizli ve gözle görülmeyecek acılar oyunudur. Beden, acıyla yıldırmanın ana hedefi olmaktan kısmen de olsa çıkmıştır. Ruhu ayakta tutan düşünce, irade ve cesaret gibi duygular üzerinde başlatılan ruhu fethetme oyunu farklı yöntemlerle yürütülür.

Bir mekana kapatma, sürgün, tek kişilik hücrede tutma, cinsel yoksunluk, dayak, gıdada kısıtlama, aile ve sosyal çevreden soyutlama yoluyla bireyler somut varlıktan soyut bir boyuta çekilir. Ki bu soyut, görünmez boyut hapishanelerdir.

Hapishanede sabit tutmak, onlardan en fazla zaman ve en fazla gücü çekip alma, sürekli hareketlerini kodlamak, etrafında koskoca bir gözlem, kayıt ve notlandırma aygıtı oluşturmak, onlara ilişkin biriken ve merkezileşen özel bilgi toplama yöntemiyle kişi sürekli gözetim altında tutulur. Bu çok boyutlu baskılama sistemiyle bedene yönelim dayanılmaz acılı gösteri sanatı, askıya alınmış haklar performansına dönüştürülür.

Soyutlayarak görünmez kılınan kişiyi, toplumdan kopararak etki alanını azaltmaya çalışır. Kişiyi tek başına bırakarak düşünme, derinleşme ve gelişme yollarını kapatır. Hapsettiği kişiyi, sadece kişiden ibaret bir yok sayma ve kınama olarak ele almaz. Hısmına, muhalifine karşı başkalarını da kışkırtarak, kişinin mensubu olduğu aile ve siyasal yapıda parçalanma yaratmaya çalışır. Çünkü hapsederek oluşturulan yalnızlaştırma ile mahkum üzerinde kesintisiz bir iktidar oluşturma amacıyla kişinin yaşamı, zamanı elinden alınır.

Bu baskılar sonucunda, mahkumda inanç ve iradenin kırılacağı beklenir. İradesi ve cesareti kırılan mahkumun itaatkâr olacağına inanılır. Bu vesileyle kişinin suçlanması, dışlanması, teşhir edilip etkisizleştirilmesi amaçlanır. Tüm bu amaçsal planlama kısa süreli olmadığından gözetmenler, teknisyenler, hekimler, psikiyatristler, din adamları (piskopos), eğitmenler ve gardiyanlar modern cezalandırmanın yeni ceza uygulayıcıları olurlar.

Bu tedbirlerin yanında hükümdarlar, devletler, iktidarını devam ettirebilmek için siyasi çıkarlarını koruyacak yaşadışılıklar yaratırlar. Bu yaşadışılıklar, bazen bir kimliğin, bir inancın ifade edilmesi kapsamında, bazen de bir fikrin dile getirilmesinde devreye konulur.

Demokratik bir toplum olmanın yaşamsal önemi tam da bu noktalarda anlamını bulur. Çünkü yaşama dair her demokratik talebin yasaklı çitlere asılı olması birey ya da toplum mücadelesini istese de istemese de bu yasaklarla karşı karşıya getirir ve hatta ne yazık ki yasadışılık çoğu kez hak kazanmanın tek yolu olarak gösterilir.

Yasakların bolluğu, ‘suç’ ve ‘suçlu’ tanımını muğlaklaştırdığı gibi hukuka olan güveni de zedeler. Çünkü hukuki kararlar, hakkaniyetten öte iktidarların siyasi ihtiyaçlarına göre işlev görmeye başlayınca ‘Neye göre suç? Kime göre suçlu?’ belirsizliği oluşur. Varlığının ve haklılığının somut gerçeklikten öte, hükmedicilerin görme ile görmeme boyutuna indirildiğinde, adalet duygusu tümden sarsılır (yok olur). Oysa ki hakikati aramak ve onu kendi gerçekliğine uygun dile getirmek asla suç olmamalıyken hakikat görülmek istenmediğinde suçlu ilan edilmek an meselesi olur ve esasen hukuk; güçsüzlerin güçlüye karşı korunması ihtiyacından doğsa da  zamanla hukuk, iktidarların toplum içerisindeki çıkarlarını koruyan bir baskı gerecine dönüştürülür.

Sonuç itibariyle resmi cezalandırmalar her ne kadar suçun kefareti olarak adaletin yerine getirilmesi olarak ele alınsa da esasen hükümdarların hem kişisel hem de kurumsal varlıklarının bir intikamı olarak işlev görür. Adaletin yerine getirilmesinden çok gücün dışavurumudur. Yasalar hükümdarların, devletlerin iradesi olarakta ele alındığından ‘suçlar’ salt kurbana değil siyasal erk’e de yapılmış kabul edilir. Cezalandırma hakkı da, hapishanelerde ellerinde tuttukları düşman olarak itham ettikleri karşıtları – muhalifleriyle savaştıkları bir başka cepheye dönüştürülür.

Bu güç oyunu, hükümdarların gücünün ortaya serilmesi, dosta düşmana gösterilme meselesidir. Bundan dolayı da ruh’a yönelen her saldırı ne denli acımasız ve tavizsiz olursa ruhun çökertilerek iradesiz kılınmasının da o oranda kolaylaşacağına inanılır.

Nihayetinde hukuk ilkelerinin ‘göreceliği’, ‘yerli ve milli oluşa’ göre renk değiştirmesi hak ve adalete olan güveni yok eder. Kendisine reva görülen haksızlıkların bilinçli bir çabayla yapıldığına inanıldıkça ceza ve hapishaneler kişilerin tutumlarını değiştirme yerine öfkelerin bilendiği alanlara dönüşür. Çünkü tutsaklar onları iktidara da hapishaneye de götüren sonun mensubu oldukları sınıf ve kimliğe göre değiştiğini bilirler.

Oysa ‘Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu bir adalet sistemi’ yaratmaya dönük iddiaların hiçbirisi henüz cezaevlerine uğramış değil. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben de halihazırda esaret altında tutulan binlerden birisi olarak hapishanedeyim.

Esaret diyorum çünkü  hayatlarının 30 yılını hiç çıkmadan mahpus olarak geçirmiş. Yanlış okumadınız, tamı tamına hiç ara verilmeden 30 yıl boyunca hapiste kalanlarla benim gibi 7 yıl ve üzeri tutuklu bulunan binlerce insan salt muhalif duruşları nedeniyle cezaları bittiği halde bırakılmıyor. Hukuk, kural ve kaidelerinin kişi ve gruplara göre işlev gördüğü bir adalet sisteminde bizler esaret altında tutulan esirler değil de kimiz? Neyiz?

Hapishaneye girmeden önce bu mekanları bir Kürt olarak bilmemem zaten mümkün değildi. Başka toplumlarda mahpusluk istisnaî bir durumken Kürtlerde mahpusluk Ahmed Arif’in de dediği gibi; ‘Haberin var mı? / Taş duvar, demir kapı, kör pencere / Yastığım, ranzam, zincirim / Uğruna ölümlere gidip geldiğim zulamdaki mahzun resim / Dağlarına bahar gelmiş memleketimin’ dizelerini bilmeyen, duygusunu en derininde hissetmeyen bir Kürt var mıdır? Köy meclislerinde, aile sohbetlerinde hep mahpustaki gardaşa, yoldaşa hasret türküleri söylenir. Yine de mahpusun erken inen akşamını yaşamadıkça, inceden inceye içine dolan, alıp alıp götüren hasretini bilmek pek mümkün olmuyor. Bilmek başka bir şey, yaşamak bambaşka bir şey!

Yüreklerin hep firarda olduğu mahpuslara girmenin herkes için farklı anlamları vardır. Kimisi ‘kader kurbanı’ olmanın tesellisine sığınırken binlerce siyasi tutsak da yönetim biçimlerine göre ruhsal durumu değişen yasaların kurbanı olduğunu bilir. Çünkü iyi düşünmenin, iyi söz söylemenin, iyi iş yapmanın kefaretinin bazen bir cana bazen de yıllarca hapsedilmeye bedel olduğunu yaşayarak öğrenirler.

Ülkemizde en kolay girilip en zor çıkılan yerler, görünmez kılınmaya çalışılan karanlık hapishanelerdir. İşte ben de gömülmek istendiğimiz bu zifiri karanlıktan sizler için bir mum yakmak istiyorum. Mahpusluk sürecimde adli-siyasi onlarca insan manzarasıyla karşılaştım, onlarca insan hikayesi dinledim.

Günlük en sıradan kişisel ihtiyacını dahi gideremeyecek yaşlı onlarca erkek, kadın hayatlarının baharında eli kolu bağlanmış gençler, dünyaya zindanda gözlerini açan bebekler, zindandayken eşleri tarafından terk edilen çocuklu adli isyankar genç kadınlar, sevdiklerinin yanında şefkatle tedavi olmaları gerekirken hastane bodrumunda, parmaklıklar arasındaki yataklarda, tek başına, tek kolu yatağa kelepçeli ameliyatlı ya da olmayı bekleyen hasta tutsaklar…

30 yıllık cezaları bitmiş olmasına rağmen sanki yeterince acı çektirilmemişler gibi yeni suçlamalarla çıkmaları engellenen, ömürlerinden ömür çalınan tutsaklar. Yürekleri ve ömürleri beklemeye yetmeyen ana-babalar yanında ‘Evladımı görmeden, doyasıya sarılmadan bu dünyadan göçmeyeceğim’ diyerek 30 yıllık hasreti inada dönüştüren ana-babalar…

Karınca yuvası, patates tarlası benzetmesiyle teşhisi konulan, beyninde durmadan ur (tümör) oluşan, ‘On tanesini saydım, gerisini saymaya gerek duymadım’ diyerek durumu özetlenen ‘beyin ameliyatının 4. günü kaçırılırcasına yoğun bakımdan apar topar alınan, ring arabasında hasta haliyle kabul edecek cezaevi aranan ve cezaevi cezaevi dolaştırılan ve Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) ‘Beyin tümörü, vertigo, sara, majör depresyon ve migren hastalıkları var ama göz teması kurabildiği için hapishanede kalabilir’ raporu vererek hapishanede kalışı sağlanan Özge.

‘Unuttuğu’ unutulan Aysel Tuğluk, 84 yaşındaki Mehmet Emiz Özkan, Halil Güneş ve daha nice nice ATK mağdurları…

Yıllardır tutuklu eşi yetmiyormuş gibi bir de kendisi tutuklandığı için dışarıda yalnız kalan küçük çocukları için kan ağlayan, çocuklarına sağ dönmek için yürümekte zorlansa da hastane bodrumunda tek başına MS hastalığını tedavi etmeye çalışan hüzünlü anne…

Dışarıda yatağa bağlı yaşayan genç oğlunun her geçen gün kötüleştiği haberiyle çaresizleşen Rihan…

Verilen cezanın yasal yatış süresini bitirdiği halde salt ‘iyi halli değil’ bahanesiyle çıkması engellenen ve engellendiği süre zarfında hem abisini, hem ablasını kaybeden Mukaddes.

Dışarıda kaybettikleri sevdiklerinin yasını içeride tutanlar…

‘Çıkışına 1 yıl 1 gün kaldı’ diyen oğlum gibi gözleri yollara takılı kalan nice evlatlar.

Bir ömrün bir dakikadan ibaret olduğunu acılarla öğrendiğimiz bir gerçeklikte sayısız hasta tutuklunun zamanında bırakılmadığı için, mecburi çıkışlarına 1 saat 1 gün kala sonsuzluğa uğurlanan canlar…

Adaletin bile taraflı olduğu ülkemizde ‘Tarafsız koğuşlara geçmiyorlar’, kurumda ‘muhteşem yararlılık göstermiyorlar’ diye cezası bittiği halde bırakılmayanlar…

Bunca haksızlığa nasıl mı dayanıyoruz?

Nietzsche’nin de dediği gibi; "Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü ‘nasıl’a katlanabilir."

Biz de onurlu bir yaşam için güzel günlere olan inancımızla ‘bu nasıl’a katlanıyoruz. Çünkü biliyoruz ki artık;  ‘Zaman, özgürlük zamanıdır.’

*Varto Eski Belediye Eşbaşkanı / Sincan Kadın Kapalı Cezaevi


Etiketler : Hasta Tutuklular, Tutuklu kadınlar, Cezaevleri, Siyasi tutuklu kadınlar, Hapishaneler, tutuklu kadın siyasetçi,


...

Sabite Ekinci