Kadıneki Jineoloji,

Kurtlar yedi ölülerimizi, gerisi lafügüzaf


Rojda Yıldız-05 Mar 2023

Kullar Köyü, 2.500 nüfuslu. 150 kişi, dondurucu soğukta enkazın altında günlerce kurtarma ekibini bekledi. Üçüncü gün gittiğimizde, bütün acıların ortasında dolanan fısıltılar, şehrin üstüne çöken sessizliğe başka bir dehşeti daha anlatıyordu; 'Kullar’da kurt köye inmiş'

Depremden iki gün sonra, dört kadınla birlikte neredeyse 24 saatte Amed’den Nurhak’a ulaşabildik. Yaklaşık 4 metre kar vardı, hava buz. 12 bin nüfuslu Nurhak’tan geriye gidecek yeri olmadığı için kalan üç yüz kişi. Yoksullar, henüz çocukları almaya gelmemiş yaşlılar, “yardım” kolilerini alelacele yol kenarlarına indirip gidenlerin arkalarında bıraktığı bir sefalet tablosu. İlçenin merkezinde yakılmış bir ateşin etrafına toplanıp ısınmaya çalışan insanlar. Belediye çalışanları dahi gittiği için tek başına belediye binasının önünde öylece bekleyen bir belediye başkanı. 3 gün sonra, bizim oraya vardığımız gün Kızılay, AFAD ve belediye ekipleri henüz inmişti şehre. Şehirde kimse kalmadıktan sonra. Oysa Nurhak, deprem bölgesinde rakımın en yüksek olduğu, yolların en fazla kapalı olduğu yerdi. Yolları kapalı olduğu için sivillerin gidemediği köylerden bahsediliyordu. Kullar Köyü, 2.500 nüfuslu. 150 kişi, dondurucu soğukta enkazın altında günlerce kurtarma ekibini bekledi. Üçüncü gün gittiğimizde, bütün acıların ortasında dolanan fısıltılar, şehrin üstüne çöken sessizliğe başka bir dehşeti daha anlatıyordu; “Kullar’da kurt köye inmiş.” İnsanlar komşularının, soğuktan enkazın altında belki de donarak ölen komşularının cesetlerine kurtların saldırdığını söylüyorlardı. Sessiz, sakince. Gidelim dedik, sizin arabalar oraya çıkamaz dediler. Basında haberler yer alınca, şehrin kalan nüfusundan bile fazla, günler sonra AFAD yığıldı oraya, göçük altında olanların bedenlerini çıkarabilmek için. Farz edelim ki inmemişti kurtlar, ne fark eder? Şehirde kalan bir avuç insan için, kimse kurtarmadığı için köye kurtlar inmişti ve komşularının cesetlerine saldırmıştı. Hangi söz hafızaya meydan okuyacaktı? Var mı ötesi?

Elbistan’a geçtik. Konteynırın olmadığı, çadırın fayda edemediği -15 derecede donmuş sokaklar, soğuğa rağmen üstünde doğru düzgün üst baş olmayan insanlar, 150 binlik nüfustan geriye tahmini olarak 20-30 bin kişinin kaldığı bir yıkım. Tek tük etrafta görünen AFAD çadırlarının çoğunun içi boş. Soğuktan korumuyor. Köydeki evlerinde 4 5 aile birlikte yaşamaya çalışan insanlar. Cemevi’ne sığınan yüzlerce insan. Bir dramın ötesinde, ülke yönetmeyi şirket yönetmeye benzeten bir avuç erkeğin iflas etmiş yirmi yıllık politikaları.

Yerel toplumsal dayanışma ağlarının, yerel yönetimlerin ne kadar önemli olduğunun en somut örneklerinden birini daha yaşadık. Koca ilçede neredeyse tek sivil halk örgütlenmesi Cemevi. Sünni’si, Alevi’si oraya gelmeye çalışıyor, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için. Ortada ne doğru düzgün devlet görevlisi var ne de organizasyon. Bölgeden giden insanlar, metropollerden dayanışmak için gelen gönüllüler, solcular, demokratlar, kadınlar, yurtseverler dört bir koldan ilçedeki insanlarla dayanışmaya çalışıyor. Örgütlü yapılarca koordinasyonu sağlanan sivil depolarda dört bir koldan tırlar indiriliyor, salonlar ihtiyaçlara göre düzenleniyor, bir yandan taşıp dolan depolara gelen depremzedelerin ihtiyaçları karşılanmaya çalışılıyor.

Dayanışmanın iyileştirici olduğunu hiç bu kadar yakından hissedemeyen, mevcut sistemin bireycileştirme politikaları arasında kendi dünyasında yaşamaya devam eden insanlar, hepimiz, bir anda birbirine dokunmanın verdiği güçle soğuğa, yıkıma, açlığa karşı birlikte direnmeye başlamanın mümkünlüğünü yaşadık. Bazen depolara gelip sabahtan akşama kadar gitmeyen kadınlar, erkekler, çocuklar vardı. Bazen iki gün üç gün üst üste gelip sürekli bir şeyler arıyormuş gibi duran insanlar. Neden hep buradalar? Bazen “fazladan eşya mı almak istiyorlar?” diye kendi bireyci dünyamızın yansımalarına yenik düşerken, her şeyini kaybetmiş insanların fazladan alacakları ne olabilirdi ki? “Fazla”dan alınan hangi şey “yoksunluk” hissini durdurabilirdi? Başkaydı sebebi… Askerden, polisten, üniformalıdan başka insanlar vardı bu depolarda. Siviller, onlar gibi insanlar. Bir süre sonra sürekli çadırda oturup, bir evde dört beş aile oturup hiçbir şey yapamayan insanların toplumsallaşma mekanına dönüşmüştü depolar. Bizler gidip saatlerce yanlarında kalamıyorduk belki ama onlar geliyordu. Bazen tır indirirken, bazen gıda dağıtırken, bazen tasnifleme yaparken, bazen ateşin başında ısınmaya çalışırken… Başka insanlarla konuşmak, dertleşmek istiyorlardı. Komşuları belki şehri terk etmişti, kahveler, çarşılar, mağazalar yerle bir olmuştu. Ama ekmek gibi su gibi ihtiyaç duydukları başka şeyler vardı, toplum olmak, yalnız kalmamak, birileriyle konuşmak, dertleşmek. Öyle deprem anından falan da değildi hep. Evlerini anlatmak, kaybettiklerini anlatmak, yaptıkları işleri anlatmak istiyorlardı. Yalnız olmadıklarını hissetmek. AFAD’ın bir koli yiyecek vermek için kuyruklara dizip, saatlerce bekletip, sadece ismini alıp koliyi verdiği soğuk devlet “binaları” gibi değildi sivil depolar. Birlikte çay içmek hiç bu kadar anlamlı olmamıştı belki de. Evi depremde zarar gören, bir komşunun evinde kalan köylü bir Alevi teyzenin sıcaklığı gibi. Her sabah ineklerini sağıyor, ateşte süt kaynatıyor, stiline koyup onca yol tepip gönüllülere getiriyordu. Bazen köy yoğurdu, bazen sıcak süt kokusu hepimizi iyileştiren bir umuda dönüşüyordu. “Yapma, o kadar yol getirme” desek de sıkılmadan, yorulmadan günlerce yaptı bunu. “Hayvanları ucuza onlara satacağıma size getiririm sütü bari bir işe yarar” diyordu. Doymamış karınlarımızı doyurmak, soğuktan üşüyen ellerimizi ısıtmak değildi tek dert; insan kalabilmek, acıları, yasları birbirine dokunarak sağaltmanın yollarını da arıyorduk. Bütün telaşlara rağmen. Depoların içerisinde, işleri yaparken dört bir yanda yankılanan “heval” sesleri, Kürtçe bilmeyen depremzedelerin gelip “heval ne demek?” diye sorması, ülkü ocaklarından gelen gençlerin “bizimkiler gelmedi, HDP’liler burada” diye hayıflanma ile karışık hayal kırıklıkları… AFAD’ın, Kızılay’ın, 112 çalışanlarının, asker ve polislerin depolara gelip kişisel ihtiyaçlarını karşılama çabası…

Ne siyasal İslam’ın dayattığı sadaka ve yardım kültürü ne kapitalizmin bireyci dünyası tutunabildi yaşama. Yıkılmış pencerelerden sarkan perdelerin, duvarda asılı kalan panoların, çatlamış camlardan gözüken aile fotoğraflarının anlattığı bir hakikat vardı; bizlerin bizlerden başka kimsesi yok. Şehirlerin üstüne çöken sessizliği, ilk günden itibaren göçüp gitsinler diye uğraşılan insanların köklerine tutunma arzusunu ve yaşama yeniden sarılabilme gücünü ateşte kaynatılan süt var ediyordu, canhıraş işleri yetiştirmeye çalışırken yankılanan “heval” sesleri var ediyordu. Sinik bir romantizm değil bu sözler, asla. Aksine çürümüş, ruhsuz devlet kültürünün ve bireyci kapitalist dünyanın varoluşuna meydan okuyan, binlerce yıldır bütün kırımlara rağmen ayakta kalmayı becerebilmiş toplum dayanışmasının enkaz çatlaklarından dahi olsa, fırlayıp bütün bir şehre dadanan yaşamda kalma, onurlu, haysiyetli bir yaşamı örme çabasının varoluşu. Buna tutunmak, bu hakikatin peşinden gitmek, insansızlaştırmaya karşı bütün varoluşuyla yeniden var etmeye çalışmak ve bunu duygusu ile düşüncesi ile yeniden yeniden inşa etmek için yollara düşmeli şimdi. Bizleri “biricik yaşamlarımız” olduğuna inandıran kapitalist dünyanın esasında yıkımlarla dolu konforlarını reddedip, yaraları birlikte sarmanın, birlikte ayağa kalkmanın gücünü örmek ve dayatılan ölümü tam da buradan yenmek zamanı. Velhasıl-ı kelam; yoklardı var olduklarını söyleyenler. Keza duyduk; kurtlar yedi ölülerimizi.

 

 


Etiketler : Deprem, afad, 11 il depremi,


...

Rojda Yıldız