Kadıneki Yazı,

erkeği bağışlamak


ayşe düzkan-01 Kas 2020

çeşitli feminizmler içinde yaygınlaşan bir düşünce tarzı erkekleri şiddetle ilişkileri etrafında ele alıyor. oysa şiddete meyyal olsun olmasın, her erkek egemenliğin yani hegemonyanın parçası... ve derdimiz kötü, toksik, hegemonik erkeklikle değil, egemenlikle 

bir feminist yazar, ikinci dalganın ilk yıllarında, “geçmişte, tıp metinlerine bakmadıkça kadın diye bir varlık olduğunu bilemezdiniz çünkü tarih, siyaset ve sosyoloji kadınlardan söz etmezdi” demişti. feminizm, kendi içinden gelen eleştirilerle genişleyen, gelişen bir teori. nitekim bugün toplumsal olanla biyolojik olanın bağlantısının tartışıldığı bir noktaya ilerledik. 

bu yazının konusu olmadığı için burada uzun boylu üstünde durmayacağım. ama şunu söylemeliyim; simone de beauvoir, ikinci dalganın işaret fişeği olan kitabında, “kadın doğulmaz, kadın olunur,” derken çok önemli bir noktaya değinmişti. bu, cinsiyetin epistemolojik bir süreçle edinildiği ve bu epistemenin toplumsal olduğu gerçeğidir. feminizm toplumsal olanla ilgilidir; zaten dünyayı dönüştürmekle ilgili herhangi bir toplumcu ideoloji toplumsal olana odaklanır. o yüzden kendi adıma toplumsal cinsiyet değil cinsiyet terimini kullanmayı tercih ediyorum. bir toplumsal inşa olarak cinsiyetin biyolojik fonksiyonlarla bağı var ama o toplumsal inşanın varlığı, işlevi, konumu, hareketi bundan bağımsız.  cinsiyet: neden, nasıl?

öyleyse cinsiyeti nerede ve nasıl tanımlayabiliriz? burada iki farklı yönteme başvurmak mümkün; bunlardan biri geçmişe bakıp bugünü anlamaya çalışmak. bu ilk bakışta mantıklı görünse de, cinsiyet, tarih öncesi dönemlerde de toplumsal bir kategori olarak var olduğu için, ister istemez spekülasyonlara dayanan antropolojinin alanına başvurmak zorunda kalıyoruz; bu bize bugüne dair tezlerimizi destekleyecek spekülasyonlardan birini tercih etme imkânını veriyor. ya da bugünden geriye bakarak tarih alanı içinde kalabiliriz ki bu dahi, farklı anlatıların nesnelliği son derece sorgulanabilir olduğu için sorunlu.

ama elimizde geniş bir şimdiki zaman var; hatırladığımız ve anlatımların hatıramızın parçası olduğu bir şimdiki zaman. buraya baktığımızda cinsiyeti oluşturanın hiyerarşi olduğunu görüyoruz. “kadınlar” “kadın” gibi davranmak, “kadın” gibi görünmek zorunda çünkü ancak bu şekilde “erkek”e hizmet edebiliyorlar. kadınlarla erkekler arasındaki egemenlik ilişkisi olmadan, “fark”ın bir anlamı, işlevi yok.

bu hizmet çok geniş bir alana yayılıyor: hane olarak tanımlanan alan içinde yapılan her üretim; bahçecilikten hayvancılığa, temizlikten günlük yemeğe, seks hizmetine uzanan geniş bir yelpazede kadınlar ailelerinin reisi sayılan erkekler için herhangi bir ücret almaksızın çalışıyor; aynı işleri başka birisi için yaptıklarında ücret alıyorlar. evdeyse boğaz tokluğuna çalışıyorlar. 

ama bu hizmetlerin sürdürülebilmesi için verilen başka hizmetler de var; kadınlar daha çekici olmak zorunda örneğin. kadınlar, çocukların ve erkeklerin bakımını üstlendikleri için onların duygusal sorunlarını da hesaba katmak zorunda; buna ana şefkati deniyor. bunlar ilk aklıma gelenler, eminim her okur farklı birçok örnek biliyordur. bu ilişkiye, ister -kadın ve erkek arasındaki birleşme üzerine kurulmuş olmasını vurgulamak için- “hetero-patriyarka” dersiniz, isterseniz, patriyarka zaten bu ilişki üzerine kurulduğu için hetero olduğunu vurgulama gereği duymazsınız, hetero olmayan çiftlerin de zaman zaman bu ilişkinin benzerlerini yeniden ürettiklerini de hesaba katarak “patriyarka” demekle yetinirsiniz. bu kavramlardan daha önemli olan gördüğümüz ve değiştirmekte kararlı olduğumuz gerçeklik.  egemenlik ve araçları

bir egemenlik ilişkisi kendiliğinden yürümez, onun devamlılığını sağlayacak araçlar gerekir ve hatırladığımız tarihten gerisine de baktığımızda bu araçların zaman içinde değişik gösterdiğini ve ama üç temel başlıkta toplanabileceğini görüyoruz: ideolojik aygıtlar, toplumsal yapılanma ve şiddet. masallardan magazin haberlerine kadar uzanan bir spektrumda patriyarkanın ideolojik aygıtları, yukarıda bahsettiğim hizmeti vermeyi reddeden kadınların eksik/eksikli sayılması gerektiğini ve kadınlar için en büyük hayalin hizmet edecekleri bir erkek bulmak olduğunu anlatır durur. 

ikinci araç toplumsal yapılanma; bir kadının aile dışında yaşam alanı bulamayacağı şekilde kurulmuştur, kadınların ücretli çalışma koşullarından dışlanması bu yapılanmanın en önemli parçasıdır; üçüncüsü de fizikselden duygusala uzanan şiddet. bunların içinde en görünür olan şiddet tabii çünkü en can yakanı o. en fazla mücadeleyi şiddete karşı veriyoruz çünkü bu hayatta/ayakta kalmamızın tek yolu.

erkek şiddetiyle mücadelenin önemi ve sınırları

bugün mücadelenin odağında şiddetin yer alması bizi yanıltmasın. patriyarka, erkek-egemenliği, adına ne derseniz deyin, şiddetten ibaret değil, şiddet onun sürmesini sağlayan bir olgu, onun ta kendisi değil ve o ayakta kaldıkça farklı biçim ve düzeylerde sürecek. her kadın bundan etkilenir, fiziksel şiddetten korunabilen duygusal şiddete, hiç olmadı erkek bilmişliğine maruz kalır.   burada bir parantez açıp şunu tekrarlayayım. patriyarka sis bireyler arasındaki hetero ilişkilerin üzerine kurulu ama eşcinsel ve trans bireyleri de etkiler. hetero olmayan kadınlardan benzer hizmetler beklenir, hetero olmayan erkekler erkek olmanın avantajlarından yararlanır. ama patriyarkal cinsiyet hiyerarşisinin tepesinde hetero sis erkek duruyor.

burada bir parantez daha açmak istiyorum. her birimizin farklı kimlikleri var; bunlardan bir kısmı doğumla birlikte ediniyoruz (örneğin ulus), bir kısmını toplum atfediyor (örneğin cinsiyet), bazılarını da kendimiz tercih ediyoruz (örneğin ideoloji). bu kimliklerin hepsi zaman zaman şiddete maruz kalmamıza yol açabiliyor. ama hepsinin oluşumu farkı. bir muhalif düşüncelerinden ve siyasal faaliyetlerinden yani tercihlerinden dolayı şiddete maruz kalır. ama bir kadın için durum böyle değil; tercihlerinden bağımsız olarak, dünyanın her yerinde kadınlar şu ya da bu biçimde şiddete ve daha önemlisi sömürüye maruz kalıyor. insan muhalif görüşlerinden vazgeçebilir, hatta bir ülkede baskı görmesine sebep olan ulusal kimliğinin baskıya sebep olmayacağı bir ülkeye gidebilir ama kadın olmaktan vazgeçmek mümkün değil!  egemenlikten vazgeçmek

benzer bir şey egemenler için de geçerli. örneğin ben türküm, aklım bu konuya erdiğinden beri, kürtlerin gördüğü baskıya karşı çıkmaya çalışıyorum. o baskıdan sorumlu değilim ama bu, bir türk olarak avantajlı durumda olmam gerçeğini değiştirmiyor. ki sorumluluk konusunu dahi tartışmalı bulan arkadaşlar oluyor, söylediklerine hak vermesem bile, uyarıcı bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.   adorno’nun, bir ara çok sık hatırlatılan bir sözü var; yanlış hayat doğru yaşanmaz! bu çok çekici ve gerçekçi bir cümle ama egemenlik ilişkilerini kastederek kullanılması doğru değil. yanlış hayat doğru yaşanmaz, yanlışlık toplumsal müdahaleyle değiştirilebilir ancak. egemen olmak yanlış bir hayat değil, “hayat” kelimesinin anıştırdığı bireysellikle bağlantılı değil. egemen olmak insanın kendi tercihi ya da değiştirebileceği bir fikir, bir hayat tarzı değil, bir toplumsal bir inşanın sonucu. her egemenin -konumuzda erkeklerin- birden fazla ideolojik aracı var. bunlardan daha tahammül edilebilir, daha az zararlı (örneğin cinayeti meşru görmeyen) olanları tercih etmek mümkün ama bu egemenliği ortadan kaldırmıyor. çeşitli feminizmler içinde yaygınlaşan bir düşünce tarzı erkekleri şiddetle ilişkileri etrafında ele alıyor. oysa şiddete meyyal olsun olmasın, her erkek egemenliğin yani hegemonyanın parçası. egemenlik konumunu farklı biçimlerde yaşamak mümkün ama bu farklı biçimlerden bazılarını öncelikli hedef almak feminizmin işi olamaz. her gün karşılaştıklarımızdan başka bir erkeklik yok, toplumsal olarak erkek olmamanın tek yolu var, kadın olmak! 

patriyarka, kadınların sömürü ve baskı altında yaşamasına sebep oluyor, erkeklerin de hayatını sınırlıyor. bundan kaçış yok, toplumsal mücadeleden başka çare de yok. ve derdimiz kötü, toksik, hegemonik erkeklikle değil, egemenlikle. 


Etiketler : Erkeklik, Egemenlik, Cinsiyet,


...

ayşe düzkan