Kadıneki Kültür-Sanat,

“Depresyonda olan bir uygarlık”


Mizgîn Aksu-01 Ağu 2022

Trier’in Deccal filminden bir kare

Lars Von Trier 3’lemesinde Kadın, Erkek, İnsan olmak… (1)

Varlığımızın bir parçası olan duyguların, dürtülerin öldürülmesi, yasaklanması, düzenlenmesi şu anın tanımı ile kapitalist modernitenin yarattığı “tasarlanmış modern insan"a karşılıktır. Trier de bu kurgulanmış modern insana karşı tavır alıyor

1956 yılında, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Danimarka’da dünyaya gelen yönetmen Lars Von Trier, gerek filmleri gerekse set dışında söyledikleri/yaptıkları ile popüler bir figür. Hemen hemen tüm yapımlarında duygular, inanç ve zevk gibi konuları yoğun olarak işleyen yönetmen, insana ve topluma dair eleştirilerini bu bağlamlar üzerinden dile getiriyor.

Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak), Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans), Dogville- Manderlay- ve daha çekmediği Washington adıyla “ABD - Fırsatlar Ülkesi Üçlemesi" filmleri ile birlikte, Antichrist (Deccal), Melankoli, Nymphomaniac (İtiraf) ve en son bir seri katili anlattığı The House That Jack Built (Jack’ın Yaptığı Ev) en ses getiren filmleridir.

Von Trier’i ya yaptığı filmler ile ya da sansasyonel açıklamalarından bilmeyen yok aslında. İzleyenleri ikiye bölen, izleyenleri kendine sevdiren ya da -nazik olarak söylemek gerekirse sevdirmeyerek ikiye ayıran, ani çıkışları ile adından oldukça söz ettiren bir yönetmen. Genel karakteri olarak görülen bu tavrı hem sinemasında hem de söylemlerinde oldukça belirgindir. En son 2011 yılında son filmi Melankoli için Cannes Film Festivali'ne katılan ve orada Adolf Hitler hakkında "Hitler'i anlıyorum” diye başlayan demeci yoğun tepki topladı. Yaptığı açıklama sonrasında özür dilemiş ve gereksiz bir açıklama olduğunu belirtmesine rağmen tepkiler durmadı. Aldığı haklı tepkiler sonrasında Lars Von Trier bir daha Cannes'a çağrılmadı. Fakat film temaları ve yönetmenliğinin övülmesi/yerilmesi azalmadı.

Trier’in Nymphomaniac (İtiraf) filminin afişi

Trier sinemasının uzanımları ve Dogma Hareketi…

1995 yılında kendisi gibi Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg ile birlikte Doğma 95 adıyla bir hareket başlatan Von Trier; “Saf sinema” olarak da bahsedilen Dogma 95 hareketiyle sinemanın hem teknik açıdan hem de içerik olarak sadeleştirmeye, basitleştirmeye çalıştıklarından bahseder. İçeriğin derinliği ve anlamının açığa çıkması için tekniklerinin yalın olması, efektlerle ve üç boyutlu teknoloji ile kurulan bir sinemanın anlatım gücünü silikleştirdiği, gerçek görüntü ile kurgulanmış görüntü arasındaki farkın ortadan kalktığı gibi temel argümanlar savunuldu.

2020’li yıllarda bu kurgulanmış alan kendini daha da belli ediyor. Filmlerde karakterlerin hangisinin gerçek hangisinin sanal alanda yaratıldığını ayırt edemiyoruz. Yeşil perdenin önünde “hiçbir şey” aynı zamanda “her şey” olabiliyor. Bana kalırsa benzer bir örnek de her gün kullandığımız sosyal medya mecralarında karşılık buluyor. Sosyal medya mecraları “gösteri toplumu” ile hayatımızın her anını saran, anlık tüketilen zevk ve arzunun her halini kurgulanmış anlara dönüştürüyor. İlişkilerin kurgulanmış hamlelerini ve ilişki hallerini görürken, bir süre sonra gerçeklik ile kurgulanmış olanın yer değiştirdiğini, seni de bu kurgunun içinde bir nesne haline getirirken yaşadığın sürükleniş, seni sen olmaktan çıkarıyor. Arzuladığın gerçek değildir artık, arzulanan; kurgulanmış bu hikayeleri görmek, izlemek ve sonunda senin de bunun bir paçası haline gelmendir.

Filmlere geri dönersek, en son söyleyeceğimi en başta söyleyerek linç yemeye hazır olduğumu beyan edeyim. Lars Von Trier’in sinemasının neredeyse iki kutba ayrıldığı izleyici kategorisinde Trier sinemasını sevenler tarafındayım. Keşke bir üçüncü yol açabilsem ama sanırım konumlanışım objektif olmayacaktır. Sade bir izleyici olarak izlediğim şeyin bana ne kattığını nasıl bir süzgeçten geçirdiğini anlatma derdindeyim. Film eleştirisi olamayacak kadar öznel olduğunun altını çizmeliyim. Burada daha çok filmlerin yarattığı duygulanımlar içinden konuşuyorum.

Trier, filmlerinde izleyeni bunaltan, kışkırtan, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi keskin ayrımlara gitmeyen, yargılamayan, her sahnesi ile izleyiciyi sarsmayı tercih eden biri. İnsanın sarsılma hali iki bakımdan çok etkileyici gelir. Birincisi; sarsıldığın noktalar nerede durduğunu, nasıl düşündüğünü göstermekle birlikte, nerede duramadığını, nereden bakamayacağını, nerede konumlanamadığını da gösterir. Bu tersten okuma kendinle yüzleşmek için ayna işlevi görebiliyor. İkincisi; sarsılma biçiminin yanlışı sana göstermesi, yanlışa karşı bir tavır almanı zorunlu kılar. Yanlışın yanlışlığı üzerinden doğru olanın güçlenmesine vesile olur. İzlediğin filmlerde bu rahatsız olma hali kendi içinde bir yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor.

Trier de bu sarsılma duygusunun kendisini güçlendirmek adına her duyguyu, süreci en uç noktalara sürüklemekten çekinmiyor. Bu anlamda her filminde kamusal alanda en olmayacak bir sahneyi gördüğüm(üz)de dehşete kapılmış duygularla yüzleşiyoru(m)z.

Trier, kendisinin her ne kadar, Nudist olarak yetiştirilmiş olduğunu söylemiş olsa bile insan duygularını, zevklerini filmlerinin en temel momenti olarak alıyor. Orgazmdan, cinayete, cinsellikten, acıya, öfkeden sükûnete kadar insana dair her duygunun kendisi en derinden kendini hissettiriyor. Üstelik bu duyguların yaşanma biçimlerinden, şekline kadar, insan duygularının her ne kadar modern yaşamın ve insanın bu duyguları, kurallar ve yasaklar ile kontrol etmeye ve ehlileştirmeye çalışsa dahi günün sonunda bunun mümkün olmadığını gösteriyor. Çünkü zeminini bulan her duygu en güçlü şekilde, aklın rasyonalitesinden kurtularak kendini açığa çıkarır.

Modern insanın en temel duygularının ve onlar üzerinden şekillenen tüm duygularının zeminini bulduğu anın nasıl kontrol edilemediğini, doğa ve kendisi ile kurduğu ilişki üzerinden tarif ediyor. İnsanın, doğanın, evrenin, samanyolunun, uzay boşluğunun bildiğimiz ya da bilmediğimiz her ne varsa onun “doğal” bir parçası olduğumuzun altını çiziyor. Bu doğal alanın parçası olan insanın duygularının da insanın bir parçası olduğunu, insanın da doğanın parçası olmasıyla bütünlük içinde değerlendirmek gerekmektedir.

Bugünün insanının geldiği noktada ise böylesi bir bütünlükten bahsetmek mümkün değildir. Uygarlık dediğimiz toplumsallığın içinde duygularımız, içgüdülerimiz zamanla akıl yolu ile rasyonelleştirilerek evcilleştirilmiştir. Rasyonelleşen insan, doğanın parçası olmaktan çıkarak, doğanın kendisini tanımlayan, anlamlandıran, kavramlaştıran, yeni bir alan yaratarak doğanın karşısında yer alan ikili bir yaşamın ortasında kalmıştır. Ne tamamen rasyonel bir varlık olmuş, ne de bu rasyonellikten koparak doğadaki herhangi bir canlı gibi devam edebilmiştir. Sanırım uygarlığın yaşadığı bu dönüşümün en çıkmaz hallerini, kişilerin, toplumun ve hatta uygarlığın bir bütün halinde “depresyonda” olduğu zamanda yaşıyoruz. Evet sanırım uygarlığın büyük bir depresyonda olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Peki bu depresyondaki uygarlığın içindeki insanlar

Trier’in Melankoli filminden

Karşımızda; “Kurgulanmış insan”

Bizim varlığımızın bir parçası olan bu duyguların, dürtülerin, içgüdülerin öldürülmesi, yasaklanması, düzenlenmesi şu anın tanımı ile kapitalist modernitenin yarattığı “kurgulanmış, tasarlanmış modern insan"a karşılıktır. Trier de her filminde bu kurgulanmış modern insana karşı bir tavır alıyor.

Kurgulanmış insanın kendisinin uygarlık, toplum, akıl, doğa vb. tüm ilişkilenme şekillerinde yaşadığı sarsıntıları, kendi “doğası” arasındaki karşı karşıya gelişlerini de görüyoruz. Her seferinde insanın, kurgulanmış insan ile karşı karşıya gelişini; insan-doğa, insan-uygarlık, insan-toplum, insan-akıl, kadın-erkek ilişkilerinde ve bu iki cinsin hepsi ile kurduğu ilişkide de görebiliyoruz.

Burada küçük bir parantez açmak gerekecek. Von Trier insanın doğası gereği “kötü” olduğunu varsayar. Filmlerinde de bu “doğası kötü” olan insanın, uygarlıkla yaşadığı karşı karşıya gelişleri ve çelişkileri, karakterlerin yaşadıkları olaylara verdikleri tepkilerle açıyor.

Zorunlu bir parantez daha açmak gerekirse, insanın evrimsel sürecinden bu yana yaşama dürtüsünün temel kurucu özelliğini biliyoruz. Bu yaşama dürtüsü aynı zamanda insanlığın ve diğer tüm canlıların yaşamda kalabilmesini sağladı. Trier, insanın yaşama dürtüsünün kendisini korumak için geliştirildiği savunma reflekslerini, şimdiyi anlamlandırma babında, “kötü” olarak tanımlıyor olabilir. Bunu bilemiyorum elbette. Trier birçok demecinde ve sinema felsefesinde insan doğasına atıflarda bulunarak bu doğanın kötü olduğunu söyler. “İnsanın bir doğası” olduğu ifadesinden kaçındığımı belirtmek isterim. Hem insanın bir doğası olduğuna hem de insanın doğası gereği kötü olduğu idealist bir yaklaşım olmakla beraber, gündelik dilde sıradanlaşan bir tanıma da dönmüş durumda. İnsanın yaşamak ve kendini tehlikeden koruma dürtüsünün zaman içinde nasıl ve hangi koşullar ile şekillendiği, neyin bu dürtüyü tetiklediği, bu dürtülerin hangi zeminlerde açığa çıktığı, dürtülerin toplumsal koşullarla nasıl inşa edildiği ve yeniden nasıl üretildiği bambaşka bir konu. Buraya şerhimi koyduktan sonra Trier’in “insanın doğasının kötü” olduğu fikrini de akılda tutarak, insanlığın uygarlıkla olan çelişkilerinin bu temel üzerinden yorumladığını ihmal etmemek gerektiğini söylemek gerekiyor.

Geri dönersek… Trier, özelikle erkeğin toplum ve doğayla ilişkisini- kadının doğa ve toplum ilişkisini ayrı ayrı ele alabileceğimiz bir dünya yaratıyor. Bu iki ayrım her ne kadar uygarlığın yarattığı “insan” kavramında birleşiyor olsa bile kadının ve erkeğin uygarlık sürecinde inşa ediliş süreçlerini ayrı bir süreç olarak görmektedir. Erkek karakterlerin modern toplumsallığın içinde nasıl uyumlu, onu sahiplenen ve kendini orada var ettiğini, doğa ile ilişkinde ise tamamen hükmedilecek alan olarak tarif etmesini verirken, kadının toplumla uyumsuzluğunu, reddedişini aynı zamanda uygarlığın kadını reddedişini, kontrol edilemeyişinin yarattığı çelişkileri görüyoruz. Kadının inşa edilen toplumla kurduğu uyumsuzluğun karşısında ise doğayla arasında kopmaz bir ilişkisinin varlığına, daha derin olduğuna şahit olduğumuz birçok sahne görüyoruz. Kadının doğa ile kurduğu ilişkinin mistik bir yakınlık olmadığı söylenebilir. Hatta bu ilişkinin derinliğini yaratan şeyin mistik bir süreç, yakınlık değil, aksine materyalist olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. İlişkinin kendisinin uygarlığın yaratım sürecinden kadının dışlanması ile başlayan, sonrasında ise kadının bu uygarlığa karşı göstermiş olduğu reddin geldiği noktadır. Zaman ve mekanla kurulan ilişkinin parçası olarak var olma sürecidir. Trier, doğadan koparılıp fırlatılan kurgusal insana karşı, insanın doğanın parçası olma, sürecin doğal akışkanlığında olma ilişkisini kadın karakterler üzerinden anlatıyor.

Filmlerinde bu nedenle kadınları da iki aks üzerinden anlattığını söyleyebiliriz. Feministlerin bir kısmı Trier’in kadın karakterlerinin feminist olduğunu ve patriyarkayı teşhir ettiği söylerken, feministlerin diğer kısmı ise Trier’in kadınları aşağıladığını düşünüyor. Filmlerinde bu iki ayrıma dair oldukça veri var. Bu anlamda kadınların ikiye ayrılması haklı bir tavır.

Patriyarkanın yarattığı tüm ilişki şeklinden, modern toplum, modern insan ve uygarlıkla ilgili derin bir kavga içinde, lakin bence Trier doğrudan patriyarka ile bir kavga halinde değil. Özel olarak bu alana dair söz kurmaktan öte toplamda uygarlığın içindeki bir alana dair söz kurmayı tercih ediyor. Bu nedenledir ki kadın karakterinin uygarlık mefhumu ile uyumsuzluğunu en uçlarda tartışırken, doğa ile kurdukları ilişkileri sakin, huzurlu anlar, bir olma anın kendisi gibi sahneliyor.

Trier’in tüm filmlerinde kadın karakterlerin başrol olması, filmin bölünmüş sahnelerinde değişen dünyalarının olmasını takiben kadınların cesurlaşan eylemlerini görüyoruz. Erkek karakterlerin tüm film boyunca tek düze giden yaşamları, zaten beklenen akışları ve eylemleri bir süre sonra filmin içinde karakterlerin silikleşerek yok olmalarına neden oluyor.

Konuya girmeye çalıştığımız filimler her ne kadar resmi olarak açıklanmasa da efsane olarak yayılarak 3’leme kategorisini olan Antichrist (Deccal), Melankoli, Nymphomaniac (İtiraf).
Giriş bölümü olarak yazdığım bu yazı, yukarıda adı geçen 3’leme filmine dair ön bir kalem oynatmadır. Tam da bu çerçeve aracılığı ile filmlerindeki kadın karakterler üzerinden, uygarlık, insan, doğa vb. konuları nasıl işlediğine değinmek istiyorum. Bir sonraki yazı bu 3 filmin naçizane bu yazı üzerinden değerlendirmesi olacak.


Etiketler : Sinema, Lars Von Trier, Antichrist (Deccal), Melankoli, Nymphomaniac (İtiraf),


...

Mizgîn Aksu