Kadıneki Yazı,

30 yıl devlet şiddetiyle yüz yüze: Ben hep kadınlar tanıdım


Hicran Urun-15 Kas 2022

'Bir kadın olarak karşı cins ile devletin bütünleştiğini fark ediyorsun cezaevlerinde... Dışardaki ömrüm sadece 18 yıl. Bu yüzden ben hep kadınlar tanıdım... 30 yılın ardından biraz dünyayı algılama sürecindeyim'

Dünya'da ve Türkiye'de kadına yönelik şiddet her geçen gün artıyor. Kadınlar hem kamusal alanda hem de özel alanda (evde-aile içinde) şiddete maruz kalıyor. Yalnızca geçtiğimiz yılın kasım ayından şimdiye kadar en az 335 kadın erkekler tarafından katledildi ve yine en az 223 kadın şüpheli! bir şekilde yaşamını yitirdi.*

Şiddetin biçimleri çok yönlü tabi, bu verilere fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddetti de eklediğimizde erkek şiddetinin vardığı nokta çok daha vahim ve korkunç. Fakat yine de devlet şiddetinden daha görünür. Daha görünür çünkü; kısmen de olsa erkek şiddetine itiraz etmek ya da onu teşhir etmek daha 'kabul edilebilir.' Daha görünür çünkü; devlet şiddeti ile karşı karşıya kalan kesimler genelde toplumun 'en ötekileridir.' (Kürtler, mülteciler, yoksullar...) 

Elbette erkek şiddeti de devletten-sistemden bağımsız değil ve patriyarkal bu sistemde kadınların alanlara çıkıp erkek devlet demelerinin bir nedeni var ama ben burada somut, birebir devlet şiddetine maruz kalmaktan söz ediyorum. 

Örneğin, 25 Kasım'ın oraya çıkış nedeni de aslında bir devlet şiddeti hikâyesi değil midir? Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo diktatörlüğüne karşı direnen Patria, Minerva ve Maria Mirabel Kardeşlerin 62 yıl önce katledilmesi bire bir devletin kendisinin uyguladığı şiddet değil de nedir? Ya da 62 yıl sonra bugüne gelirsek; gözaltında-cezaevinde kolluk tarafından cinsel işkenceye maruz kalmak (Garibe Gezer), devletle bağlantılı olduğu aşikâr kişiler tarafından hedef alınarak katledilmek (Deniz Poyraz) veya bir ömür cezaevinde devletin baskısı altında yaşamak...

Neredeyse bir ömür cezaevinde devlet şiddeti ile yüz yüze yaşamış/yaşayan kadınlara verecek örnek çok fazla ama ben burada sadece birinin hikâyesinden söz etmek istiyorum, Rojbin Perişan'dan...

Geçtiğimiz hafta 30 yıllık bir tutukluluğun ardından Gebze Kadın Kapalı Cezaevi'nden tahliye oldu Rojbin. Diyarbakır'da tutuklandığında henüz 18 yaşındaydı, tahliye olduğunda 48. Çocukluk yılları hariç neredeyse tamamı cezaevinde geçmiş bir ömür.

Çıktıktan birkaç gün sonra Taksim'de buluşuyoruz Rojbin'le, cezaevinde kadın olmaktan söz edeceğiz ama ben soracağım sorulardan tedirginimiz biraz -erken mi böyle bir sohbet için, yorar mıyım- O ise insan kalabalığından ve gürültülerden. Bu tedirginlikten midir bilinmez, biraz mahcup cevap veriyor sorularıma, "ne anlatabilirim ki cezaevleri ile ilgili" diyor: "Cezaevlerinin varlığı bile başlı başına bir insan hakkı ihlali."

Daha sonra başlıyoruz cezaevinde kadın olmanın zorluklarından bahsetmeye. Kadını kamusal alandan uzaklaştıran eve, aileye hapseden patriyarkanın buna itiraz eden kadınları bu kez dört duvar arasına hapsederek cezalandırmaya çalıştığından söz ediyoruz. Sistem diyoruz; kadını ya eve hapsediyor ya da zindana...

Rojbin Perişan cezaevi önünde kadınlar tarafından çiçeklerle karşılandı.

'Erkek ile devletin bütünleştiği yer cezaevleri'

Karşılıklı bir görüş sohbetinden sonra Rojbin devam ediyor anlatmaya, cezaevlerinden ve cezaevinde kadın olmaktan söz ediyor:

"Cezaevleri sosyal yaşamdan, toplumdan koparıldığın izole edildiğin bir yer. Bu kadın için çok daha fazla yıkıcı oluyor, daha derin sonuçları oluyor. Uzun yıllar cezaevinde kalan kadınlar; ilk gençlik, olgunluk sürecini orada yaşıyor. Yaşamın bütün evrelerini orada geçiriyor. Bunun yarattığı sonuçlar çok daha ağır.

Betonun ve demirin içinde yaşamak... Mesela toprakla temasın yok. Bir çiçek ekmeye çalışıyorsun gelip koparıyorlar. Bu durum seni hem fiziksel hem de ruhsal olarak etkiliyor. Bir sürü kadında zamanla çeşitli hastalıklar gelişiyor çünkü betonların arasında yaşıyorsun. Birçok arkadaşımızda yaşanan sağlık sorunları bununla bağlantılı. Bünyede bir şekilde kanserleşme baş gösteriyor, meme kanseri veya rahim kanseri gibi hastalıklar baş gösteriyor. Yaşın da ilerliyor, beslenemiyorsun. Sağlık problemleri çok ciddi bir sorun. Tedavi hakkın engelleniyor, ATK bir rapor çıkarmıyor, hastaneye gittiğinde doktorun keyfine göre kelepçe açılıyor ya da açılmıyor. Sürekli karşılaştığımız şeyler bunlar.

Her halükarda kadının bedenine, ruhuna ve psikolojisine aykırı yerler cezaevleri. Bir kadın olarak karşı cins ile devletin bütünleştiğini fark ediyorsun cezaevlerinde. İdare demek erkek aklı demek. Bir anlamda karşı cins ile devlet bütünleşiyor orada. Bütün cezaevleri erkeklere göre şekillenmiş. Kantinler erkeğe düzenlenmiş, kadına özgü bir şey yok. Bu 90'larda böyleydi. Sonradan sadece kadınlardan oluşan cezaevleri yaptılar ama bakıyorsun yine erkek aklıyla düzenlenmiş."

Daha sonra 30 yıl boyunca O'nu ayakta tutan şeyin ne olduğunu soruyorum, "inancım" diyor Rojbin. Örgütlü, politik kadınların bu noktada daha 'şanslı' olduğundan söz ediyor ama bir de 'adli suçlu' olarak cezaevinde yatan kadınlar var ve o kadınlara dair gözlemlerini de şöyle anlatıyor:

"2007- 2008’de Diyarbakır’da onlarla karşılaşma fırsatım oldu. Tabi senin geldiğin ortam farklı, onların ortamı çok farklı. Hikâyeleri insanı bazen dehşete düşürüyor; Kendisine saldıran bir erkeği öldürmüş, kocasını öldürmüş, bir başkasının suçunu üstenmiş veya kardeşinin suçunu üstlenmiş. Zaten toplumun bakışı da 'kadın ya içerde yatsa ne olacak.' Tutunabilecekleri bir umut da yok. Ötesi için hayalleri yok. İşlediği suçun içine hapsolmuş. Artık onunla yaşıyor, onunla anılıyor. Bir bütünen kimliği ona sıkışmış durumda."

'En büyük hayalim doğup büyüdüğü Diyarbakır'a tekrar gitmek' demişti. Diyarbakır'da da Rojbin'i kadınlar karşıladı.

'Mutlu sonlu hikâyeler çocukluğumda kaldı'

Ayakta kalmanın ve kendini ifade etmenin bir diğer yolu da yazmak olmuş Rojbin için. “Bakır Sesli Kadınlar”, “Gözyaşımın Ağıdıydı Seni Beklemek”, “Saçlar ve Gölgeler” ve “Toprağın Şarkısı” kitaplarını cezaevinde yazdı.

Cezaevinde yazmanın kendisi için "bir varoluş biçimi" olduğunu söylüyor Rojbin ve bu serüvene nasıl başladığını şu sözlerle anlatıyor: 

"Cezaevi öncesinde, çocukken şeyi hatırlıyorum kardeşlerimi toplayıp onlara hikâyeler anlatırdım. Kendi kurguladığım hikâyelerdi ve bu hikâyeler hep mutlu sonla bitiyordu. Cezaevine girdikten sonra bir şekilde kendini ifade etmeye çalışıyorsun. Benim için bunun en önemli alanı yazmak oldu. Yazdıkça kendini ifade ettikçe bazı şeylerin sende oluşuma geçtiğini fark ediyorsun. Böyle bir hikâye ile başladım ve yazdıkça şunu fark ettim; çocukken hep mutlu sonla biten hikâyelerim artık cezaevinde mutlu sonla bitmiyordu. Çünkü hayat böyle bir şey değil. Mutlu sonlu hikâyeler belki de çocukluğun masumiyetinde kalıyor, çocukluk dünyanda kalıyor. Asında hayat çok daha farklı."

'Ben hep kadınlar tanıdım'

Rojbin'in kitaplarındaki başkarakterler ise genelde kadın, 'neden' diye sorduğumda şöyle yanıtlıyor:

"Dışardaki ömrüm sadece 18 yıl. Bu yüzden ben hep kadınlar tanıdım, kadınların hikâyelerini dinledim ve onları yazdım. Birçok coğrafyayı bu kadınlardan öğrendim. Yaşamım biraz da bu kadınların anlattıklarıyla şekillendi. Hep kadınları duyumsadım, onlara temas ettim."

Sohbeti bitirirken son olarak şimdi ne hissettiği ve 30 yıl sonra karşılaştığı bu dünyanın kendisini kaygılandırıp kaygılandırmadığını soruyorum:

"Genelde çıkmadan da arkadaşlar bunu söylüyorlardı 'korkun, kaygın var mı' diye. Sonuçta hayal gücünün yanında gerçeklerden kopmayan biriyim. Cezaevinde olanaklar çok az TV ve gazetelerden az çok dışarıyı tahmin edebiliyordum. Biraz da karmaşık aslında, tanımlayamıyorum. Galiba 30 yılın ardından biraz dünyayı algılama sürecindeyim."

*Veriler HDP Kadın Meclisi'nin açıklamasından alınmıştır.


Etiketler : Tutuklu kadınlar, Cezaevleri, Rojbin Perişan, Devlet şiddeti,


...

Hicran Urun