Kadıneki Yazı,

Bayramı olmayan çocuklar ve 23 Nisan


Yasemin Soydan-21 Nis 2024

2000-2020 yılları arasında savaş, savaş artıkları ve kamu gücü nedeniyle ‘385 çocuk öldürülmüş ve 850 çocuk yaralanmıştır’. Yine bu sayı yalnızca kayıt altına alınanlar olmuş, dolayısıyla bu sayıdan çok daha fazla çocuk bu ihlallerle karşı karşıya kalmıştır

“Çocukluk” son yüzyıllarda ortaya çıkan bir kavram olup çocuğa çocuk olma özelinde yaklaşım bu süreçten sonra oluşmuştur. Orta çağ ve öncesinde çocukluk yetişkinliğin küçük bir hali gibi görülmüş ve çocuğa bir yetişkin gibi yaklaşılmıştır. 18. yüzyılda Jean Jacques Rousseasu çocukluk fikrinin gelişimine iki güçlü katkıda bulunmuştur. Birincisi, Rousseau’nun çocuğun sadece bir amaç için araç değil, kendi için de önemli olduğunu vurgulamasıdır. İkincisi ise çocuğun entelektüel ve duygusal yaşamının önemli olduğudur. Çünkü Rousseau’ya göre sadece entelektüel ve duygusal yaşamı, çocuklarımızı eğitmek ve yetiştirmek için bilmemiz gerekmez, aynı zamanda çocukluk, insanın doğal durumuna en çok yaklaştığı yaşam evresidir.[1]

Rousseau’nun bu iki önemli katkısı esasında çocuğun duygusal gelişiminin ve bir birey olarak katılım hakkının önemsenmesine büyük bir katkıdır. Çocuk hem başlı başına bir öznedir hem de gelişmesi için kendisine toplumca imkân yaratılması gereklidir. Çocuğun özgürce gelişme ortamına sahip olması, yetişen bütün nesillerin özgür olmasına imkân sağlamaktadır. Çocuğun sağlıklı bir alanda yaşaması bütün bir toplumun sağlıklı olması demektir.

Kürt çocukları ise yıllardır çatışmalı süreç içerisinde, zırhlı araçlarla ve ağır silahların kullanıldığı bir ortamda yaşamaktadır. Sokaklarında, bahçelerinde, okula giderken, oyun oynarken bunları görmekte ve yaşamı psikolojilerinde bu etki ile örmektedirler. Esasında travmalarla dolu bir çocukluk ile büyümektedirler.

Kürt çocukların yaşadığı bu ortamın bir benzeri tarihsel süreçte II. Dünya Savaşı ve sonrası dönemdir. O süreçte de çocuklar birçok insan hakları ihlali ile karşı karşıyadır ve savaş ortamından etkilenmektedirler. Bu süreç hem insan hakları alanında hem de çocuk hakları gibi spesifik alanlarda uluslararası farkındalığın oluştuğu süreçtir. Bu süreçte II. Dünya Savaşı sonrası insan hakları alanında çalışmaların başlaması ile birlikte 44 ülkenin imzacı olduğu UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) Sözleşmesi ile savaşın önünü almanın ve sürekli barışı sağlamanın ancak eğitim, bilim ve kültür yoluyla gerçekleştirilebileceği anlaşılmıştır. Ve bu ilk adımların, bu ilk Sözleşmenin ilk cümlesi: "Savaşlar insanların kafalarında başlar. Barışın savunma siperlerinin de insanların kafalarında kurulması gerekir" olmuştur.[2]

Bu süreçte hem insan hakları alanında hem çocuk hakları alanında dünya genelinde çok önemli çalışmalar olmuştur. Çocukların ölümleri ve uğradıkları hak ihlallerinin farkındalığı ile ilk başta 1924 yılında Milletler Cemiyeti Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi olan çocuk hakları alanında ilk sözleşme yapılmıştır. Ardından 1959 yılında BM Uluslararası Çocuk Hakları Bildirgesi hazırlanmıştır. 1979 yılında BM Dünya Çocuk Yılı Etkinlikleri yapılmıştır. Dünya genelinde çocuk hakları için ciddi etkinlikler yapılmış, farklı sanatçılarca “We Are The Children” şarkıları yazılmıştır. Bu etkiyle yaklaşık 10 yıllık bir çalışma süreci başlamıştır ve ardından 20 Kasım 1989 yılında BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme imzaya açılarak yine her 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları günü olarak özdeşleşmiştir. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin amaç kısmında çocuğun sahip olması gereken en temel yaşam alanının tarifi yapılmıştır. Sözleşmenin amacı uzun şekilde açıklanmış; çizilen perspektif ve sözleşmenin maddelerinin esas hususları açıklanmıştır.[3]

Bu sözleşmeye göre çocuğun barış ve hoşgörü ortamında, kendi kültürü ve ailesi ile yaşaması için bütün ortam sağlanacaktır. Bu sayede bu sözleşme bir sembol olacak ve en geniş anlamda özgürlük, adalet ve barışın temellerini oluşturacaktır.

Bir çocuğun doğal bir ortam içinde büyümesi için bütün imkanlar yaratılacaktır. Doğal ortam kavramı neyi kapsar? Çocuğun doğal bir ortam içerisinde büyümesini sağlayan ilk ortam ailedir. Ailenin içine yalnızca anne-baba-kardeşler şeklindeki maddi olgu yoktur; bu bir insanın kendi gelişimini sağladığı tüm koşulları kapsamaktadır. Bu nedenle ailenin içinde bulunduğu toplum, içinde yaşadığı coğrafya ve sahip olduğu tüm değerler aslında çocuğun “bir insan olarak” tanık olacağı ve benimseyeceği ortamı kapsar. Dolayısıyla bir toplumun parçası olan ailenin varlık koşulları olan tüm koşullar, kendilerini ulaştırdıkları son varoluş tarzının, kültür ve birikimin içinde çocuğun büyümesi gerekir. Yani çocuğun toplum olma bilgisini de burada edinmesi gerekir.

Bunun yanında taraf Devlete düşen rol çocuğun yüksek yararını düşünerek ailenin oluşturduğu koşullar içinde kendisine yüklenen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmesi için gerekli korumayı ve yardımı sağlamaktır. Yani ailenin çocuğu geliştirmesinde ulaşamadığı olanaklara aileyi ulaştırarak çocuğa aile elinden ulaştırmaktır. Çocuğun barış, hoşgörü ve sevgi ortamı içerisinde büyümesi gerekir. Dolayısıyla barış ve hoşgörü ortamının öncelikle aileye sağlanması ve ailenin bu ortamı çocuğa sağlamasını mümkün kılmak gerekir.

Ancak gelinen noktada Türkiye hem BM insan haklarına yönelik çalışmaların hem BM çocuk haklarına dair çalışmaların oluşturduğu ilk çizginin oldukça dışına çıkmıştır.

BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ye taraf olunan süreci incelemek gerekir. Bu sözleşme, 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilmiş ve imzaya açılmıştır; 2 Eylül 1990 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin de 14 Eylül 1990 tarihinde imzaladığı bu Sözleşme 4 Mayıs 1995 tarihinde Türkiye’de yürürlüğe girmiştir. Yani bu süreç 90’lara giriş ve devamı sürecidir. Türkiye’nin yürürlüğe girme sürecini 5 yıl geciktirmesi yanında, bu sözleşmeye, Sözleşme'nin 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koyarak imzacı olmuştur. Bu da Kürt çocuklarına bir çocuk olarak değil bir Kürt olarak yaklaşmasının ilk açık belirtileri olmuştur. Çünkü bu maddeler özellikle azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocuğun dil gereksinimleri, kültür gereksinimleri ile eğitim alması ihtiyaçlarını düzenler ve madde 30 bunu açıkça şu şekilde belirtir: “Kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.”

Türkiye’nin koyduğu bu çekinceler 90’lı yılların atmosferini de ortaya koymaktadır. Türkiye’de 90’lar süreci ile birlikte bakıldığında çocuk hakları ve özgürlükleri alanında ağır ihlaller yaşanmıştır. Bu süreçte çok fazla çocuk öldürülmüş ve Kürt çocuklar kendi hayallerini, büyüme evrelerinde karşılaşacağı milyonlarca olasılığı, yaşama hakkını kaybetmiştir. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ye 1990 yılında taraf olan Türkiye’nin çocuk hakları alanında iyileştirmelere gitmesi gerekirken ve dünya genelinde çocukların eğitim, bilim ve kültür alanında hakları kapsamında çalışmalar yürütülürken, Türkiye’de 90’lar sürecinden itibaren bakıldığında çocuklara yönelik ciddi yaşam hakkı ihlalleri verilere yansımıştır. Bu bize çok açık bir şey gösterir; çocukların doğal ortamda yaşama koşullarının inşa edilmesi gerekirken Türkiye’de sözleşmenin gereklerinin aksine çocukların yaşayamayacağı bir ortam oluşturulmuştur. İnsan hakları derneklerinin hazırladıkları insan hakları ihlalleri raporlarından elde edilen verilere göre Türkiye’de 2000’lerin başından itibaren çocukların yaşam hakkına yönelik ihlallerde şimdiye dek şöyle bir tablo oluşmuştur;

2000-2020 yılları arasında savaş, savaş artıkları ve kamu gücü nedeniyle “385 çocuk öldürülmüş ve 850 çocuk yaralanmıştır”. Yine bu sayı yalnızca kayıt altına alınanlar olmuş, dolayısıyla bu sayıdan çok daha fazla çocuk bu ihlallerle karşı karşıya kalmıştır.

2000-2005 yılları arasında kırsal alanda yoğun olan savaş ve OHAL döneminin etkisiyle mayın ve bomba gibi savaş artıkları sonucu 80’e yakın çocuk öldürülmüştür. Bu ölümlerin en büyük nedeni çocukların kendi doğal yaşam alanları olan kırlarında oyun oynamaları, koyun otlatmaları, dağlık alanda bulunan evlerinin yakınlarında dolaşmaları olmuş, bu gibi benzer nedenlerle birçok çocuk öldürülmüştür.

2006-2009 yıllarındaysa kırsal kesimden dönemin politik atmosferi şehirlere ve toplumsal gösterilere yansımıştır. Çocukların zırhlı araçlarla öldürülmeleri ilk kez bu dönemlerde yaşanmaya başlamıştır. Aslında bu da savaş araçları niteliğinde ağır silahların ve zırhlı araçların şehir içlerine girmeye başladığı dönem olmuştur. Yine ağır silahlarla toplu çocuk ölümleri raporlara yansımaya başlamıştır. Bu ölümlerden biri olan “Bilge Köyü Katliamı”nda 7 çocuk öldürülmüştür.

2010-2014 yıllarında çözüm sürecinde çocuk ölümlerinin azalması beklenirken 74 çocuk ateşli silahla ve doğrudan hedef alınarak öldürülmüştür. Roboski Katliamı bu dönemde yaşanmıştır.

2015-2016 yılları arasında 8 çocuk Cizre bodrumlarında yakılarak öldürülmüştür. Sadece 2015-2016 yıllarında 136 çocuk öldürülmüş ve 199 çocuk yaralanmıştır.

2017 ve sonrasında ise zırhlı araçların artık kentlerde çocukların hayatına dahil olmasıyla birlikte en yoğun şekilde zırhlı araçların çarpması yahut zırhlı araçlardan ateş edilmesi gibi sebeplerle çocuk ölümleri gerçekleşmiştir. (Ayrıntılı bakmak için: Öldürülmeselerdi Arkadaşlarımız Olacaklardı, https://hakikatadalethafiza.org/sites/default/files/2023-02/oldurulmeselerdi-arkadaslarimiz-olacaklardi.pdf )

Bu veriler 2000 yıllarından şimdiye kadar gelişen politikaların çocukların ölümlerine nasıl yansıdığını ve nasıl sistematik olarak ilerlediğini açık şekilde göstermektedir. Kürt çocuklar her dönemde savaş ortamında yaşamış, kendilerine hiçbir dönem barış, hoşgörü, özgürlük ortamı sağlanmamıştır. Aksine gelişen politikalarla çatışma ortamı kırsal alandan şehir içlerine kadar (Muhammed Yıldırım ve Furkan Yıldırım’ın uyurken zırhlı araçla öldürülmesinde olduğu gibi) evlere kadar girerek daha da derinleştirilmiştir.

Çocuklar için 90’lardan beridir süregelen bu ortam içerisinde her 23 Nisan “Çocuk Bayramı” olarak Türkiye genelinde kutlanmaktadır. Her sene Türkiye’de 23 Nisan, Kürt çocukların yaşadığı bu insan hakları ihlalleri görmezden gelinerek haklar ve özgürlüklerin sağlandığı, çocukların çok mutlu yaşadığı bir ülke olma yanılsaması ile bayram olarak kutlanmaktadır.

Çocukların bu yönde düşüncelerine dönüp baktığımızda bu travmalarını kendileri dahi bas bas bağırmaktadır. 2 Aralık 2015 tarihinde öldürülen 16 yaşındaki Çekvar Çubuk’un okul arkadaşları kendilerine sorulduğunda şöyle demişlerdir: “Biz de ölebiliriz, Barış istiyoruz! Biz niye barış içinde yaşayamıyoruz? Kimse bizi görmüyor. Batı’da insanlar şu anda yılbaşı derdinde biz ise yaşama derdindeyiz.”[4]

17 Ekim 2001 yılında Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde öldürülen 18 yaşındaki Selma Gurbet Kılıç’ın kardeşlerinin anlattıkları bu durumu net olarak yansıtmaktadır: “Ablamı, yaralı bir şekilde panzere koydular. Panzer gittikten sonra asker ve polisler ellerinde şekerlerle gelip mahalledeki çocukların hepsine şeker dağıttılar. Dağıttıkları zaman ‘Bugün bayram çocuklar, teröristleri öldürdük, alın size şeker diyorlardı...’[5]

‘23 Nisan 2009’ tarihinde polis tarafından kovalanan çocukların bağrışmaları üzerine dışarı çıkan ve sadece durup olayı izlemekte olan 14 yaşındaki Seyfullah Turan’ın polis memuru tarafından silahının dipçiğiyle defalarca kez vurulup ağır yaralanması bir çocuğun “Çocuk Bayramı’nda” görebileceği muameleyi özetler. Yine duruşmalara bile gelmeyen polis memurunun “Çok gergindim, güvenliği sağladık” diye kendini savunması ve polis memuru hakkında “Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması” kararı verilmesi Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin bir kâğıt üzerinde kalmasının açık örneğidir.[6]

Böyle bir dönem içerisinde çocuk ölümlerine ve çocuklara uygulanan bu psikolojik ve ruhsal şiddete rağmen çocuk bayramlarını büyük bir coşkuyla kutlamak ve çocuk haklarına saygılı bir tablo görünümü vermek büyük bir manipülasyondur. Her yıl 23 Nisan'da Türkiye genelinde kutlanan Çocuk Bayramı, Kürt çocuklarının yaşadığı zorluklar göz ardı edilerek kutlanmaktadır. Çocukların yaşadığı travmaları ve hak ihlallerini göz önüne alarak, gerçekten çocukların bayramı olabilmesi için Türkiye'nin acilen alması gereken önlemler şunlardır:

1- Türkiye’nin BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ye koyduğu anadil ve kültür hakkına dair çekinceleri derhal kaldırması ve Kürt çocukların kültür ve diline saygılı şekilde Sözleşme’nin gereklerini samimiyetle yerine getirmesi

2- Kürt illerinde çocuklara bir savaş psikolojisi yaratan ağır silahların ve zırhlı araçların derhal kaldırılması ve çocuklar için sağlıklı bir barış ortamının sağlanması

3- Kürt illerinde yerel yönetimlerin, belediyelerin çocuklar için yapacağı çalışmalara imkân tanıması, yapılacak çalışmaları engellememek şeklindeki negatif yükümlülüğünü yerine getirmesi gereklidir

Ancak Türkiye’nin çocukların üstün yararını, haklarını ve özgürlüklerini önemsediği ortam gerçekten oluşturulduğu zaman samimi bir bayramdan bahsedilecektir. AKSİ HALDE HER SENE KUTLANAN “23 NİSAN”LAR YALNIZCA BAYRAMI OLMAYAN ÇOCUKLARI HATIRLATACAKTIR!


[1] Tarihsel Süreçte Çocuk, Prof. Dr. Müdriye Yıldız Bıçakçı


Etiketler : Kürtçe, Çocuk hakları, Çocuk hakları sözleşmesi, Kürt çocuklar, Yaşama Hakkı,


...

Yasemin Soydan